İsrail kazanamayacağı bir savaşın içinde bocalıyor

 

 

 


 

Foreign Policy dergisinde yazan Ami Ayalon, İsrail’in Gazze’de tüm dünyanın gözü önünde 2 milyon insanı adeta soykırıma uğratan, rastgele hedeflere saldıran ve dostlarının uyarılarını bile dikkate almayan mevcut politikasının sonuç verme ihtimali olmadığını savunuyor.

 

Ayalon, İsrail’in 1967 sınırları temelinde iki devletli bir çözümü kabul etmemesi halinde geleceğini ciddi bir tehlikeye atacağı uyarısında bulunuyor.

 

Makaleden geniş bir özetin tercümesini okuyucularımızın dikkatlerine sunuyoruz:

 

İsrail kazanamayacağı bir savaşın içinde bocalıyor 

 

7 Ekim 2023’te Hamas öncülüğünde gerçekleştirilen operasyonun ardından patlak veren savaş, Arap Baharı’ndan bu yana Orta Doğu’daki en dönüştürücü çatışma haline geldi. Ancak İsrail ordusunun Hamas’ı yok etme kampanyasını başlatmasından 22 aydan fazla zaman geçmesine rağmen, İsrail hâlâ net bir siyasi nihai hedef belirlemiş değil. Gazze’de ateşkes müzakereleri tıkanmış durumda ve İsrail’in savaşın “ertesi günü”ne dair bir vizyon ortaya koyamaması, açlığın da giderek ağırlaştığı insani felaketi derinleştirdi. Çatışma giderek ölümcül bir bölgesel ve uluslararası sorun halini aldıkça, İsrail dışındaki aktörler çözüm arayışına yöneliyor: Geçen pazartesi, Fransa ve Suudi Arabistan Birleşmiş Milletler’de çatışmayı daha kesin bir şekilde bitirmeyi hedefleyen bir plan sundu; diğer ülkelere Filistin devletini tanımaları ve BM Güvenlik Konseyi kararları temelinde 1967 sınırları doğrultusunda devletler oluşturulmasını desteklemeleri çağrısında bulundu. Kanada, Fransa ve Birleşik Krallık, savaş sona ermezse eylüle kadar Filistin devletini tanıyacaklarını açıkladı.

 

İsrail’in mevcut hükümeti, temel askeri hedefi — Hamas’ın terör altyapısını çökertmek — büyük ölçüde gerçekleştirilmiş olmasına rağmen, yaklaşımını değiştiremiyor gibi görünüyor. Uzun vadeli bir vizyon eksikliği, İsrail’i, Gazze’yi ve genel olarak bölgeyi uzayan bir kaos durumuna mahkûm etti. Siyasi hedefi net olmayan savaşlar ne kazanılabilir ne de sonlandırılabilir. İsrail’in planlama boşluğu ne kadar uzarsa, uluslararası aktörlerin daha da kötü bir felaketi önlemek için bir araya gelmesi o kadar zorunlu hale gelecektir. Bu, yalnızca İsrailliler ve Filistinliler için değil, bölgenin istikrarı ve uluslararası aktörlerin kendi çıkarları açısından da gereklidir. 7 Ekim’deki Hamas saldırısının ardından başlayan savaş haklıydı. Bugün ise haksız, gayri ahlaki ve ters etki yaratan bir hal alarak Gazze’deki insani felaketin sorumluluğunu Hamas’tan İsrail’e kaydırıyor.

 

İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ

 

21. yüzyılda Orta Doğu’nun stratejik dengelerini iki olay köklü biçimde değiştirdi: Arap Baharı ve 7 Ekim saldırıları. 2010 sonunda başlayan Arap Baharı, pek çok Orta Doğu rejiminin iç dinamiklerini kökten değiştirdi. Sokak hareketlerini güçlendirdi, otokratların geleneksel meşruiyetini zayıflattı ve en baskıcı liderleri bile halkın tepkilerine daha duyarlı olmaya zorladı. İsrail ve ABD liderleri, uzun vadede Arap Baharı’nın, bölgedeki çeşitli aktörlerin İsrail-Filistin çatışmasına bakışını etkileyeceğini öngörmeliydi. Filistin davası, uzun süredir farklı kesimler — Sünniler ve Şiiler, Araplar ve Farslar, İslamcılar ve milliyetçiler — için birleştirici bir bayrak olageldi. Bu dava, İran’ın “ateş çemberi” olarak adlandırılan yapısının ideolojik tutkalı oldu: Lübnan’da Hizbullah, Gazze’de Hamas, Yemen’de Husiler, Irak ve Suriye’deki Şii milisler. Bu gruplar çoğu zaman birbirleriyle ters düşse de Filistin davası, daha geniş Müslüman dünyasında meşruiyet kaynağı ve ortak bir buluşma noktası işlevi gördü.

 

Bu gerçeği görmezden gelmek, hem bölgesel hem küresel politika yapıcılar için kritik bir hataydı. 7 Ekim katliamı, sadece büyük bir saldırı değildi; aynı zamanda, Başbakan Binyamin Netanyahu döneminde on yılı aşkın süredir İsrail politikasını şekillendiren “çatışma yönetimi” doktrinine doğrudan meydan okuyan siyasi bir mesajdı. ABD’nin, Arap devletlerinin İsrail’le diplomatik ilişkileri normalleştireceği varsayımı da ciddi bir uyarı aldı: Filistin sorununu çözmeden böyle bir normalleşme mümkün değildi.

 

2023 sonbaharında bu yanılsama dağıldı ve diplomatik pragmatizmle ayakta duran, ancak çözülmemiş sorunlarla kaynayan bölgenin kırılganlığı açığa çıktı. 2020’de ABD arabuluculuğuyla imzalanan İbrahim Anlaşmaları, diplomatik bir zafer olarak kutlandı. Bu anlaşmalar, İsrail ile Bahreyn, Fas ve Birleşik Arap Emirlikleri arasında barışı resmileştirdi. Ancak bu anlaşmalar, Filistin meselesinin artık bölge için önemsiz hale geldiği ve Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkı bypass edilerek yeni normalleşmelerin yapılabileceği yönünde tehlikeli ve yanlış bir inanca dayanıyordu. Bu stratejik yanlış hesaplama, İsrail’i Batı Şeria üzerindeki kontrolünü yerleşim genişletmeleri ve Filistin topluluklarını mülksüzleştirme yoluyla derinleştirmeye, Filistin Yönetimi’ni zayıflatmaya teşvik etti. Hamas ise Gazze’deki siyasi boşluğu doldurdu ve kendisini Filistin haklarının tek savunucusu olarak konumlandırdı.

 

Eylül 2023’te ABD Başkanı Joe Biden, Hindistan’dan Avrupa’ya İsrail, Ürdün, Suudi Arabistan ve BAE üzerinden ulaşım hatlarını kapsayan iddialı “Hindistan–Orta Doğu Koridoru” projesini açıkladı. Çin’in Kuşak-Yol Girişimi’ne stratejik bir denge oluşturmayı amaçlayan bu proje, Filistinlilere sadece sembolik jestler sundu. Hamas’a, özellikle de lideri Yahya Sinvar’a göre bu koridor, Arap liderler ve uluslararası aktörler tarafından yapılmış bir ihanet anlamına geliyordu. Artık netleşti ki, ABD ve Suudi Arabistan öncülüğündeki bu plan, Sinvar’ın 7 Ekim saldırısını başlatmasında önemli bir etken oldu.

 

Katliam ve İsrail’in ardından başlattığı askeri kampanya, bölgedeki diğer liderlerin, özellikle Körfez monarşilerinin siyasi hesaplarını yeniden şekillendirdi. Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın Eylül 2024’te ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’a söylediği şu sözler dikkat çekiciydi: “Filistin meselesini kişisel olarak umursuyor muyum? Hayır. Ama halkım umursuyor.” Bu ifade, otokrasilerde bile kamuoyunun artık göz ardı edilemeyecek bir güç haline geldiğini gösteriyordu.

 

ZOR SEÇİM


Eşi benzeri görülmemiş askeri başarılarının ardından İsrail, tarihî bir yol ayrımında duruyor. Şu an üzerinde ilerlediği yol, ülkeyi Mısır ve Ürdün’le olan mevcut barış anlaşmalarının erozyona uğramasına, iç kutuplaşmanın derinleşmesine, uluslararası izolasyona sürükleyecek; bölgede radikalleşmeyi körükleyecek, kaostan beslenen küresel cihatçı örgütlerin dini-milliyetçi şiddetini artıracak, ABD’li karar vericiler ve Amerikan halkı nezdinde desteği azaltacak, dünya genelinde antisemitizmi yükseltecektir. Diğer yol ise hem İsrailliler hem Filistinliler için güvenliği artıracak, Orta Doğu’da istikrar ve refahı teşvik edecek bir bölgesel anlaşmaya — uygulanabilir bir iki devletli çözüme — yönelmektir.

 

Bu savaş, kimlik, tarih ve aidiyet üzerine kök salmış, uzun süreli bir mücadelenin parçasıdır. Asimetrik güç dengelerine, ama simetrik korkulara dayalı bir çatışmadır. Çözümü, her iki tarafın da kendince bir “zafer” anlatısı oluşturabilmesine imkân tanımalıdır. Bu da aktif uluslararası müdahale ve liderlik gerektirir. Kalıcı bir çözüm yalnızca siyasi ve toprak temelli değil, aynı zamanda psikolojik ve sembolik olmalıdır. Dış meşruiyet, daha geniş teşvikler ve siyasi koruma sağlayacak uyumlu bir uluslararası destek çerçevesi olmadan tarafların taviz vermesi mümkün değildir.

 

2002 yılında Suudi Arabistan tarafından sunulan ve Arap Birliği tarafından onaylanan Arap Barış Girişimi, çözüm için en kapsamlı ve hâlâ en az değerlendirilen çerçevedir. Önceki diplomatik çabalardan farklı olarak, iki kritik unsuru vardı: Net bir nihai hedef — üzerinde mutabık kalınan toprak takaslarıyla 1967 sınırları temelinde iki devlet — ve müzakere sürecine tam bölgesel katılım. Bu, Arap Birliği’nin 1967 Hartum Bildirisi’ndeki ünlü “üç hayır”ı — barış yok, tanıma yok, müzakere yok — kolektif bir “evet”e dönüştürüyordu.

 

Ardışık İsrail hükümetleri bu teklifi görmezden geldi. Oysa İsrail açısından bu girişim, Yahudi devletinin var olma hakkının geniş Arap dünyası tarafından tanınmasıyla sonuçlanan on yıllarca süren diplomatik ve askeri çabaların stratejik bir zaferi olarak görülebilirdi. Siyonizmin kurucularından ve İsrail güvenlik doktrininin başlıca mimarlarından Ze’ev Jabotinsky, 1923’te, Arap dünyası Yahudi halkının bu topraklarda kalıcı olduğunu kabul etmedikçe gerçek müzakerelerin mümkün olmayacağını yazmıştı. Filistinliler açısından ise, 140 yılı aşkın mücadelenin, 1948’deki nekbenin, işgale karşı halk ayaklanmalarının ve ardı ardına gelen savaşların ağır bedelinin ardından, Arap Barış Girişimi’nin sunduğu çerçeve, ulusal kimlik ve devlet olma hakkının uzun zamandır reddedilen bir kabulü anlamına gelecekti. Üstelik girişim yalnızca sınırlar ve egemenlik konularını değil, kalıcı barış için gerekli bölgesel güvenlik mimarisini de ele alıyordu.

 

KENDİ ÇEVRESİNE DEĞİL, HERKESE ANLATMAK

 

Ne yazık ki mevcut İsrail hükümeti, Filistin devletine açıkça karşı olduğunu gösterdi. Dolayısıyla uluslararası aktörlerin, Arap Barış Girişimi ile Mısır’ın ve daha yakın zamanda Fransa-Suudi Arabistan’ın önerilerinden esinlenen, gerçekçi ve aşamalı bir sürece geçme zamanı geldi. ABD, Suudi Arabistan ve ılımlı Arap devletleri dahil mümkün olan en geniş ülke grubu ortak bir bildiri yayımlamalı: Hedef, yan yana barış içinde yaşayan ve karşılıklı tanıyan iki egemen devlet — İsrail ve Filistin — olmalıdır. Böyle net bir açıklama, İsrailliler ile Filistinliler arasındaki güvensizlik sisini dağıtabilir ve her iki tarafın da uğruna çabalanacak bir gelecek hayal etmesini sağlayabilir.

 

Atılacak ilk somut adım, Gazze’de ateşkesi sağlamak ve geride kalan tüm İsrailli rehineleri serbest bırakmaktır. ABD-Suudi gözetimindeki geçici, teknokrat bir Filistin hükümeti Gazze’deki sivil işleri yürütebilirken, Arap Birliği ya da çok taraflı bir yetki altında görev yapabilecek bölgesel bir Arap güvenlik gücü düzeni sağlayabilir. Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, büyük uluslararası kuruluşlarla birlikte, Gazze’nin yeniden inşasına öncülük edebilir. Hamas, Filistin Yönetimi güçleri tarafından, bölgesel destekle kademeli olarak silahsızlandırılabilir.

 

Ateşkesten 18–24 ay sonra, uluslararası gözetim altında Batı Şeria ve Gazze’de seçimler yapılmalı; amaç, nihai statü müzakerelerinde halkını temsil edebilecek meşru ve birleşik bir Filistin hükümeti oluşturmak olmalıdır. Arap Barış Girişimi’ne dayalı, mevcut BM kararlarıyla uyumlu ve güçlü uluslararası arabuluculukla yürütülecek nihai anlaşma; güvenlik, demografi ve toprak bütünlüğüne dayalı takaslarla kalıcı sınırları belirleyecek, İsrail’de yaşamak isteyen Filistinliler ile Filistin’de yaşamak isteyen İsraillilere yönelik çözümler geliştirecek, Filistinli mültecilerin ve Kudüs’ün statüsünü belirleyecek ve karşılıklı tanımayı teyit edecektir.

 

Buna paralel olarak, İsrail ve ABD’nin askeri kazanımları, İran’ın nükleer silah edinmesini engellemeye yönelik kapsamlı müzakerelerin başlatılması için kullanılmalıdır. AB, BM, Çin, İsrail, Suudi Arabistan (Arap Birliği adına) ve BM bu süreci koordine etmeli ve güçlü uluslararası denetim mekanizmaları oluşturmalıdır.

 

GÜÇTEN GÜCE

 

Hamas’ın kurucusu Şeyh Ahmed Yasin, 1997’de verdiği bir röportajda, 2027 yılına kadar Ürdün Nehri ile Akdeniz arasında, şeriat ile yönetilen birleşik bir İslam devleti kurulacağını öngörmüş, bunun engellenip engellenemeyeceği sorulduğunda ise şu yanıtı vermişti: “Tek korkum, Filistinlilerin Yahudilerin Filistin devletinin İsrail’in yanında var olmasına izin vereceğine inanacağı bir gerçeklik.”

 

Bu itiraf, temel bir gerçeği ortaya koyuyordu: Hamas’ın gücü umutsuzluktan besleniyor. Alternatiflerin yokluğunda varlığını sürdürüyor. Ancak uluslararası destekli, güvenilir bir Filistin devletine giden yol haritası sunulursa Hamas’ın cazibesi çöker.

 

İsrail’in askeri caydırıcılığı yeniden tesis edildi. Kendisini savunma ve düşmanlarını caydırma kapasitesini gösterdi. Ancak sadece güç kullanmak, İran’ın vekil ağını ortadan kaldırmaya ve İsrail’e gelecek nesiller için kalıcı barış ve güvenlik sağlamaya yetmez. Bunu ancak güçlü uluslararası destekle yapılacak, nihayetinde uygulanabilir bir iki devletli çözüm getirecek bölgesel bir anlaşma başarabilir. Böyle bir çözüm, İsrail’in güvenliğini ve Yahudi-demokratik kimliğini koruyacak, şiddet döngüsünü sona erdirecek ve Orta Doğu’yu bir savaş alanından iş birliği bölgesine dönüştürecektir. Bu, ütopik bir hayalcilik değil; hem bölgesel hem uluslararası aktörlerin çıkarına uygun, İsrail açısından ise stratejik bir zorunluluktur.

 

 

YAZAR: Ami Ayalon

AMI AYALON İsrail donanmasının eski komutanı, İsrail'in iç güvenlik teşkilatı Şin Bet'in eski direktörüdür.

 

KAYNAK: https://www.foreignaffairs.com/

Özet
:
FOREIGN POLICY- İsrail ordusunun Hamas’ı yok etme kampanyasını başlatmasından 22 aydan fazla zaman geçmesine rağmen, İsrail hâlâ net bir siyasi nihai hedef belirlemiş değil. Gazze’de ateşkes müzakereleri tıkanmış durumda ve İsrail’in savaşın “ertesi günü”ne dair bir vizyon ortaya koyamaması, açlığın da giderek ağırlaştığı insani felaketi derinleştirdi.
Resim
Türkçe
X