Türkiye-ABD ilişkileri, Kürt sorunu ve Yeni Osmanlıcılık iddiaları-2
Türkiye-ABD ilişkileri, Kürt sorunu ve Yeni Osmanlıcılık iddiaları
Bölüm 2
Türkiye – ABD ilişkisinin Ortadoğu yansımaları
ABD’nin Ortadoğu’da hiç tartışmasız birinci önceliği İsrail’in güvenliğidir. Bu güvenlik arayışı öyle bir sadakate dönüşmüş durumda ki, “Acaba ABD mi İsrail’i yönetiyor, yoksa tersi mi?” sorusu artık politik bir klişe hâline geldi. Öyle ya, ABD kongresinde alınan kararların İsrail ve Ortadoğu ile ilgili olanlarının çoğu, ABD’nin kendi çıkarları değil Tel Aviv’in çıkarları doğrultusunda alınıyor. Stratejik ortaklıktan çok, iç içe geçmiş girift bir ilişkiden söz etmek mümkün. Bu böyleyken hem Trump - Erdoğan arasındaki dostane ilişkiler, Trump'ın Erdoğan'a yönelik övgüleri, hem deTürkiye ile ABD ilişkilerinde yeni dönemde şahit olduğumuz pozitif trend kafalarda "neden acaba?" sorularının sorulmasına yol açıyor.
Türkiye-ABD ilişkileri son 15 yılda alışıldık müttefiklik sınırlarının çok ötesinde bir krizler dizisine dönüştü. Her başkent kendi önceliklerini korumaya çalıştı ama asıl kırılmanın, tarafların birbirini artık “öngörülebilir” bulmamasından kaynaklandığı değerlendirmesi yaygın kabul görüyor.
Bu gerilimin başlangıç noktası belki de Erdoğan’ın 2009 Davos’taki “one minute” çıkışıydı. O günden sonra Türkiye, sadece İsrail'le değil, Batı dünyasının tamamında sorunlu bir ilişkiye muhatap olmaya başladı. Bu mesafenin Washington tarafından nasıl algılandığı ise, yaşanan olaylarla açıkça görüldü.
Gezi Parkı olayları, 17-25 Aralık operasyonları, medyanın ve yargının organize müdahaleleri, dış basında sistematik Erdoğan karşıtlığı, Avrupa ve ABD’den Türkiye’ye seyahat uyarıları, Türkiye’yi gah Suriye’ye müdahil olmaya teşvik eden gah Suriye’de işgalci olmakla veya DAEŞ ile işbirliği yapmakla itham eden Batı basını kaynaklı propaganda… Ve nihayetinde 15 Temmuz darbe girişimi. Ankara'nın kamuoyuna verdiği mesaj netti: Bu süreçlerin neredeyse tamamının arkasında doğrudan ya da dolaylı biçimde ÜST AKIL yani Amerikan etkisi vardı.
Obama, birinci Trump dönemi ve Biden yönetimi Türkiye için sorunlarla ve gerilimlerle dolu dönemler oldu. Her ne kadar birinci Trump döneminin özellikle son yıllarında Trump ile Erdoğan arasında kısmi bir yakınlaşma olduysa da ilişki bıçak sırtında kalmaya devam etti.
Bu diplomatik dalgalanmaların Türkiye ekonomisine maliyeti ağır oldu. Kur şoku, yüksek enflasyon, art arda gelen faiz kararları, büyüyemeyen reel sektör… Elbette bu krizin tamamı dış faktörlerle açıklanamaz; hükümetin kararsız ve çelişkili ekonomi politikalarının da bu krizde payı yadsınamaz ancak dış baskılar ve dış kaynaklı siyasi istikrarsızlık yaratma çabalarının ekonomi üzerindeki yıpratıcı etkisinin yaşanan ekonomik krizin temel varoluş kaynağı olduğu da bir gerçek.
Erdoğan’ın yönetişim tarzı; küresel ve bölgesel dengeler üzerinde bıçak sırtında yürürken bir gemi kaptanı edasında gemiyi dalgalara kaptırıp batırmadan ‘Türkiye’yi bir adım nasıl daha ileri götürebilirim’ in arayışı üzerine kurulu bir tarz-ı siyaset. Bir denge siyaseti yürütürken ittifaklar içinde kendi öznel bağımsızlığını korumaya ve gelişmelere kendi rengini vermeye önem veren bir çizgi takip ediyor. Erdoğan’ın bu özelliğini en güzel şekilde ifade eden Putin oldu: “Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, baskılara rağmen bağımsız dış politika izliyor. Böyle bir ortakla çalışmak çok hoş ve güvenli”. Yine Rusya Federasyonu’na bağlı Tataristan’ın başkenti Kazan’da yapılan 16. BRICS zirvesinde Erdoğan’ın konuşmasının ardından söz alan Putin, “Sayın Cumhurbaşkanı, sizin yönetiminiz altında Türkiye bağımsız bir dış politika izliyor, bu da büyük saygı uyandırıyor” dedi.
Bu böyle ama yine de şu bir gerçek:
Türkiye Erdoğan yönetimiyle Doğu’ya da yüzünü dönen çok kutuplu bir arayış içinde ama dış politikada Batı’yla ipleri koparmamak için de çok dikkatli,. Bir yandan Çin, Rusya, Şanghay İşbirliği örgütü ve BRICS gibi yapılarla ilişki ararken; NATO ve ABD ile olan bağını tümden kopartacak radikal adımlar atmaktan da kaçınıyor.
Bu çok yönlü denge siyaseti zaman zaman fırsatlar, zaman zaman da büyük krizler üretiyor.
Türkiye, bir yandan kendi güvenliğini korumaya odaklanırken, diğer yandan gelişmelere Washington’un gözlüğünden bakmayı reddediyor ama Washington da hâlâ eski alışkanlıklarını terk etmiş değil. Bu nedenle ikili ilişkilerdeki dalgalanma, taktiksel uyumların ötesine geçip yapısal bir kopuşa da haydi haydii evrilebilir.
İkinci Trump dönemine gelince; Cani Netanyahu’nun “gelmiş geçmiş en İsrail dostu ABD Başkanı” olarak nitelediği Trump’ın Gazze’de yaşanan soykırıma rağmen gerek Filistin-Gazze ve gerekse de İran’a karşı İsrail’e olan mutlak desteği ABD’nin klasik Ortadoğu politikasının aynen hatta daha da pekişerek devam ettiğini gösteriyor. İsrail’e karşı böylesine sadık bir dost olan Trump yeni döneminde, İsrail’in sık sık İran’dan sonra hedefe koyduğunu açığa vurmaktan çekinmediği Türkiye’ye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ise her fırsatta övgüler yağdırıyor. ABD’li yetkililer PKK, Suriye, SDG ve Kürt sorunu konusunda genelde Türkiye’nin duruşuna müzahir bir politikayı savunuyorlar.
Peki ABD, gelecekte İsrail için tehlike arz edebilecek bir Türkiye'nin güçlenmesine yol açacak bir sürece neden ‘evet’ desin? Bu, sadece çelişkili değil; aynı zamanda kendi açısından stratejik olarak riskli bir tercihi de çağrıştırıyor mu?
Ne değişti? Nasıl oluyor da ABD, bir yandan İsrail'e koşulsuz destek verirken, diğer yandan Türkiye'nin büyük bir bölgesel güce dönüşmekte olduğu bu sürece göz yumuyor, hatta zaman zaman sıcak bakıp işleri kolaylaştırıyor? Bu çelişkili tutumun ardında yatan hesap ne?.
Ortadoğu’da yeni oyun planı
Siyonist/Evangelist bir dini/ideolojik odak tarafından şantaj yoluyla veya gönüllüce esir alınmış bir bürokrasi ve liderler topluluğunun yönetmekte olduğu Batı dünyasının başta Türkiye olmak üzere bölgemiz ve insanlarımız için sonuçta barış, huzur, esenlik ve kalkınma getirecek bir geleceği istiyor olacaklarını düşünmek bu güçlerin son iki yüz yıldır yaptıklarına baktığımızda eşyanın tabiatına aykırı.
Belli ki bir hesap var. Hesabın ne olabileceği ile ilgili çeşitli varsayımlar yürütmek mümkün.
Belki de asıl mesele şu: ABD bir tercih yapmıyor, sadece kendi planlarını hayata geçirebilmek için Türkiye’yi belli bir çizgide tutmaya çalışıyor. Bu çizgiye yaklaştırmak için ise geçici jestler, taktiksel ödüller sunuyor.
ABD’nin malum Çin’in merkezde olduğu bir Pasifik problemi var ve Ortadoğu’yu olabildiğince nizama sokup dikkatini Çin ve çevresindeki coğrafyalara vermek istiyor. İsrail’in güvenliği Ortadoğu politikasının ana mihveri iken işbirlikçi Arap rejimlerinin mevcut statükosunun korunması da bu politikanın sac ayaklarından bir tanesi. Geriye en az on ile yirmi yıl boyunca bölgede İsrail’e karşı tehdit oluşturma potansiyeline sahip bir güç bırakmamak. İran’a yönelik saldırılarla tamamen olmasa da büyük oranda bu hedefe ulaşmış olduklarını varsayıyorlar. Dolayısıyla geriye İran’a karşı sürekli bir teyakkuz halinde kalmaya devam ederken ana projeksiyona Türkiye’yi koymak kalıyor.
Türkiye’ye karşı sergilenen bu pozitif yaklaşımın ve Kürt sorunu gibi Türkiye’nin sırtında büyük bir yük oluşturan temel bir meselenin çözülme yoluna girmesinde ABD’nin oynadığı kolaylaştırıcı rolün amaçlarından biri belki de en büyüğü Türkiye’yi “gelecekte olmasını bekledikleri-umdukları büyük çatışmaya hazırlamak” olabilir. Bir yandan Türkiye’nin “kontrollü” büyümesine göz yumarken öte yandan İran’da da rejimin çökmesine varacak denli büyük çaplı saldırılardan uzak durarak gelecekte İran ile Türkiye’yi mezhep ve ulusal karşıtlıkların kaşınması ve köpürtülmesiyle büyük bir bölgesel çatışmaya sürüklemek.
Hiç şüphesiz herkes bir hesap yapıyor ve her tarafın varmak istediği bir yer var. Hedeflenen şeyin ne olduğunu tam olarak bilmek mümkün değil ancak ülke, bölge ve Atlantik ötesi gelişmelerden, açıklamalardan, yazılıp çizilenlerin satır aralarından yaşananlara bir anlam vermeye çalışıyoruz.
Sonuçta küresel sistemin akıl sahiplerinin hesapladıkları / planladıkları her şey, her zaman onların istediği gibi gerçekleşmeyebiliyor. Toplumsal mühendislik çalışmaları ve büyük bölgesel planlar birbiri ile bağlantılı birçok parametreye ve oyun kurucuların kendi aralarındaki ilişkiler ile bölge halkları, yöneticileri ve devletlerinin duruşuna çok bağlı.
Toplumsal sünnetüllahın bize öğrettiği şey, siyasal ve sosyal planlamaların sonuçlarının her zaman hesaplandığı gibi gelişmediğidir. Tarih, bunun sayısız örneğiyle dolu. Plan yapanların, her zaman planın sonunu göremediği; coğrafyanın, halkların ve inançların beklenmedik biçimde devreye girebildiği anlar hep vardır.
Bu süreçte zaman zaman bölgesel güçlerle emperyalistlerin hesapları örtüşüyor olabileceği gibi çatışıyor da olabilir, dönem dönem kimi politikalar aynı amaca hizmet ediyor gibi görünse de bu görüntü aldatıcı olabilir. Sürecin sonunda beklentiler ve hedefler birbirine taban tabana zıt pozisyonlara da dönüşebilir.
Küresel güçlerin oyun planlarında bir figüran olmamak ve oyun kurucu pozisyonda bulunmak için başta Türkiye olmak üzere bölge ülkelerinin yapmaları gereken şeyler var.
Detayları bir sonraki yazımızda ele almaya devam edeceğiz...
Yazının birinci bölümü için bakınız:
Türkiye-ABD ilişkileri, Kürt sorunu ve Yeni Osmanlıcılık iddiaları Bölüm 1