“Savaştan Bir Yıl Sonra Hizbullah: Belirsizlik ve Tereddüt Eşliğinde Bir Yeniden Yapılanma Süreci”

 

 

 

 

 

İbrahim el-Emin – el-Ahbar

 

İslami Direniş’in askeri komutanlarından Seyyid Ebu Ali et-Tabtabaî’nin şehadeti, Hizbullah açısından sıradan bir olay değildi. Düşmanın ona nasıl ulaştığını araştırmak, mevcut çalışma mekanizmaları açısından belirleyici unsur değildir. Zira düşman, dünya çapındaki tüm istihbarat aygıtlarının imkânlarından yararlanmaktadır. Bu gerçeklik, Hizbullah’ın yeni döneme uyum sağlamasını ve yalnızca bireyler düzeyinde değil, komutanlar düzeyinde de şehadet ihtimalini sürekli hesaba katmasını zorunlu kılmaktadır.

 

Açık alanda Hizbullah, ülkeyi bir iç çatışmaya sürüklememek için kendini tutmaya devam etmektedir. Çünkü Lübnan’da, asıl mesele olan işgali perdelemek isteyen çevrelerin varlığının farkındadır. Bununla birlikte, Hizbullah’ın her zaman tüm iç baskılara tek başına katlanması da mümkün değildir. Özellikle de devlet kurumları içinde etkili siyasi güçlerin ve referans merkezlerinin, ABD ve Suudi Arabistan’ın taleplerini karşılamak üzere hareket ettiğinin ortaya çıkmasından sonra. Buna paralel olarak, İsrail’le ilişkilerini açıkça sergileme eğilimi gösteren çevrelerin sayısı da artmaktadır.

 

Bugün bireysel ya da kontrolsüz gibi görünen ve düşmanla normalleşme yönünde atılan adımlar, artık Washington’la iş birliği içinde hareket eden güçlerin açık bir çalışma planının parçası hâline gelmiştir. Bu plan, normalleşmeyi kalıcılaştırmayı ve hatta İsrail’le iletişimi suç sayan yasaların değiştirilmesini hedeflemektedir.

 

Normalleşme sürecini ileriye taşımaya hazır görünenler iki gruba ayrılmaktadır: Birincisi, bu yönde atılan adımlara ideolojik olarak inananlar; ikincisi ise ABD’ye, ülkeyi kendi bakış açılarına göre yönetmelerine izin verilmesi hâlinde Hizbullah’la savaşmaya hazır oldukları mesajını vermek isteyenlerdir. Bu çevrelerin yaklaşımındaki yenilik ise, bu sürece karşı ciddi bir halksal ya da siyasal direnişin artık bulunmadığına dair inançlarıdır.

 

Bu kanaatlerini, ABD’de işgal yönetimi temsilcileriyle alenen yapılan görüşmelerin Lübnan’daki yansımalarını izleyerek ya da Anton es-Sahnavi örneğinde olduğu gibi, bazı medya kuruluşlarını İsrailli yetkilileri ağırlamaya teşvik ederek güçlendirmektedirler. Sonuçta, attıkları adımların fiilî bir karşılık görmeyeceği sonucuna varmakta ve normalleşmeyi kamuoyunun zihninde bir “olmuş bitmiş” gerçeğe dönüştürme yönünde daha ileri hamleler yapmaktadırlar.

 

Bu tablo, Hizbullah’ın önüne ciddi meydan okumalar koymaktadır. Ancak bu sorumluluk yalnızca Hizbullah’a ait değildir; işgale karşı direniş fikrine ve normalleşmeyle mücadeleye gerçekten inanan herkesi kapsamaktadır. Ne yazık ki bu alanda etkili bir siyasal hareketliliğe dair güçlü işaretler görülmemektedir. Buna karşılık, yargı tarihinin en derin krizlerinden birini yaşamaktadır; siyasal iktidarın nüfuzu altında kalmaya devam eden yargı, normalleşme sürecinin taşıdığı gerçek tehlikeyi kavrayabilmiş görünmemektedir.

 

Öte yandan, Lübnan’ın dışarıdan karşı karşıya olduğu tehdit, düşmanın ülke içindeki siyasal faaliyetlere verdiği önemle sınırlı değildir. İsrail’in asıl odağı her zaman direnişin kendisi, onun lider kadroları ve unsurları olmuştur.

 

Artık açıkça görülmektedir ki, hiçbir siyasetçi ya da gazeteci direnişin cihatçı yapısının ne yaptığına dair gerçek bilgiye sahip olduğunu iddia edemez. Seçimler yaklaştıkça iç duruma dair sorular artmakta, ancak cevaplar giderek azalmakta.

 

Düşman son derece gelişmiş güvenlik programlarına sahiptir. Amacı yalnızca savaşın durmasından bu yana Hizbullah’ın ne yaptığını izlemek değil; aynı zamanda önümüzdeki döneme dair ne düşündüğünü de anlamaktır. Bu belirsizlik hâli son derece ciddidir. Hizbullah liderliğiyle temas hâlinde olan herkes bilir ki, aylar boyunca savaş sonrasına ilişkin faaliyetler hakkında tatmin edici cevaplar ya da güvenilir bilgiler elde etmek mümkün olmamıştır.

 

Bu nedenle Lübnan’daki herhangi bir gazetecinin Hizbullah’ın ne yaptığına dair anlattığı bir hikâyeye inanmak zordur. Bu durum ne gazetecinin güvenilirliğiyle ne de Hizbullah’la olan ilişkilerinin düzeyiyle ilgilidir; son derece yüksek bir gizlilik rejimi söz konusudur. İsrail’in, şehit Tabtabaî gibi üst düzey bir komutana ulaşabilmiş olması da, her şeyin açıkta olduğu ve siyasetçilerin ya da gazetecilerin olup biteni bildiği anlamına gelmez.

 

Bununla birlikte, genel çatışma bağlamı Hizbullah üzerinde belirgin bir psikolojik baskı yaratmaktadır. Düşmanın son iki yılda ağır darbeler indirebilmiş olması ve Hizbullah’ın yürüttüğü soruşturmaların sonuçlarını açıklamaması, İsrail’in “kontrol bizde” anlatısını güçlendirmektedir.

 

Ancak herkes bilmektedir ki, denklemi değiştirmek sözlerle ya da vaatlerle değil, düşmanı saldırgan politikalarından geri adım atmaya zorlayacak fiilî bir eylemle mümkündür. Bu nedenle İsrail, direnişin kapasitesini yeniden inşa etme çabalarını engellemekle yetinmemekte; aynı zamanda sürekli olarak inisiyatif ve sürpriz üstünlüğünü elinde tutmaya çalışmaktadır.

 

Buna karşılık, Hizbullah içinde sessizlik halkası giderek genişlemektedir. Mevcut aşamada bu sessizlik, genel bir muğlaklıktan tam bir belirsizliğe evrilmiştir. Bu durum düşman açısından işleri zorlaştırsa da, halk üzerindeki baskıyı artırmaktadır. Zira Hizbullah’ın tabanı, dengenin yeniden kurulmasının düşmanı caydırmadan mümkün olmadığını bilmekte; ancak iç baskının her geçen gün arttığını da hissetmektedir. Bu da acil bir iç düzenleme ihtiyacını gündeme getirmektedir.

 

Bununla birlikte, Hizbullah’ın iç politik yönelimlerinde köklü bir değişim beklemek gerçekçi değildir. Örneğin hükümet dosyasına bakıldığında, Hizbullah hükümeti bir müttefik ya da destekçi olarak değil, çoğu zaman bir rakip hatta zararlı bir unsur olarak görmektedir. Buna rağmen, mevcut koşullarda hükümetten çekilmeyi tercih etmemektedir. Bunun birçok nedeni ve önemli sonuçları vardır.

 

Özellikle önümüzdeki mayıs ayında parlamento seçimlerinin yapılıp yapılmayacağına dair nihai karar aşamasına yaklaşılırken, bu süreç Hizbullah’ın farklı siyasi güçler ve şahsiyetlerle kuracağı ittifakların da netleşeceği bir dönüm noktası olacaktır.

 

Seçimlerle bağlantılı iç meydan okuma son derece büyüktür. ABD-Suudi baskısı her geçen gün artmakta; Hizbullah’la seçim iş birliği yapabilecek herhangi bir figürün bunun önüne geçilmesi hedeflenmektedir. Bu baskı özellikle Meclis Başkanı Nebih Berri’ye yakın Şii şahsiyetler üzerinde yoğunlaşmaktadır ki, bu durum Hizbullah’ın önündeki seçenekleri daha da karmaşık hâle getirmektedir.

 

Hizbullah, doğrudan taban desteğinin sarsılmaz olduğunun ve kendisine ayrılan sandalye sayısı konusunda bir kaygı taşımadığının farkındadır. Ancak mevcut belirsizlik, partinin henüz iç siyasetle ilgili yeni bir yol haritası açıklamamış olmasından ve bir sonraki parlamento hakkında bütünlüklü bir vizyon ortaya koymamış olmasından kaynaklanmaktadır.

 

 

KAYNAK: https://www.al-akhbar.com/

Özet
:
AL-AKHBAR - İbrahim El-Emin: Hizbullah, ülkeyi bir iç çatışmaya sürüklememek için kendini tutmaya devam etmektedir. Çünkü Lübnan’da, asıl mesele olan işgali perdelemek isteyen çevrelerin varlığının farkındadır. Bununla birlikte, Hizbullah’ın her zaman tüm iç baskılara tek başına katlanması da mümkün değildir. Özellikle de devlet kurumları içinde etkili siyasi güçlerin ve referans merkezlerinin, ABD ve Suudi Arabistan’ın taleplerini karşılamak üzere hareket ettiğinin ortaya çıkmasından sonra.
Resim
Türkçe
X