Türkiye İsrail’le tüm ilişkileri keserse ne olur?

 

 

 

Türkiye İsraille tüm ilişkileri olması gerektiği gibi keserse ne olur.

 

Malum Türkiye Siyonist ordunun Gazzeye saldırı başlattığı ilk günlerde ortadan konuşup’ olay çok büyümeden ve daha yeni toparlanmış’ ilişkilere de zarar vermeden bir şekilde süreci yönetebileceğini düşündü. Vahşi Siyonist saldırganlığın şiddeti artıp tam bir soykırıma dönüşmeye başlayınca da aşama aşama, yavaş yavaş Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yüksek sesli eleştiri ve kınamaları ‘ticareti durdurmakararı alınmasına kadar vardı.

 

 

Karar alındı alınmasına da ticaret gerçekten kesildi mi?

 

 

Özellikle devam eden ticari faaliyette rolü olduğu bilinen Müsiad üyelerinin kulaklarının üstüne yatmaları ve kimi hükümet yetkililerinin devam eden ticari faaliyeti “Filistin’e yapılan ihracat” olarak açıklamaya çalışmaları, alınan ticaret yasağı kararının sınırlı olduğu ve tüm ekonomik ilişki ve iletişimi kesmediği açık.

 

 

Türkiyenin İsrail ile ticareti 7 Ekim öncesinde yuvarlak rakamlarla 7 Milyar dolar ihracat ve 2.5 Milyar dolar ithalat civarındaydı. Türkiyenin ticareti kestiğini iddia ettiği 2024 yılında en son Al-Jazeeranın BM raporlarından aldığı bilgilere göre 2.8 Milyar dolarlık bir ticaret gerçekleştirilmiş. Bu rakamlara göre Türkiye İsrail’le ticareti yaklaşık %80 oranında azaltmışsa da tam bitirmediği ve rakamlar önceki dönemlere göre küçük de olsa ticaretin bir şekilde devam ettiği görülüyor. Bakanlığın Al-Jazeera’nın haberi üzerine yaptığı açıklamada “İsrail’e yapılan ihracatın toplam 1.5 Milyar dolar olduğu, bunun yarısının da Filistin Yönetimi’ne yapılan satıştan kaynaklandığı” ifade edildi. Bu rakamın içinde Azerbaycan petrolünün İsraile aktarılmasında yapılan aracılık hizmetinin bedeli var mı bilmiyoruz ama bu rakam yoksa bile Türkiye’nin ticareti gerektiği gibi tam kesmediği ortaya çıkan bilgi, belge ve görüntülerle zaten biliniyordu.

 

 

İsraille diplomatik ilişkileri kesme ile ilgili ilk adımı da İsrail attı ve Türkiyenin düşmanca tutumuna tepki olarak elçi dahil tüm diplomatik misyonu geri çağırdığını duyururken elçilik ve konsolosluğunu da güvenlik gerekçesi ile kapattı. Türkiye de buna karşılık elçisini geri çekti. Bugün bildiğimiz kadarıyla hem İsrail hem de Türkiye’nin diplomatik misyonları karşılıklı olarak düşük düzeyde de olsa faaliyet göstermeye devam ediyor.

 

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan başta olmak üzere Ak Parti yetkili ve milletvekillerinin Gazze ile ilgili açıklamaları, uluslararası politik arenada hem ateşkes hem de Filistinlilerin hakları ile ilgili faaliyetleri, Hamas’ın meşru bir Filistin örgütü hatta mücahitleri olduğuna dair savunmaları, ateşkes süreci ve insani yardım konusundaki çabaları takdir ediliyor olsa da ticaretin kısmen de olsa hala devam ediyor olması, özellikle Azerbaycan’dan gelen petrolün İsrail’e sevkinde yapılan aracılık faaliyeti ve bu konuyla ilgili protestolarda polisin eylemcilere sert müdahaleleri hükümetin içinde bulunduğu paradoksal durumu ortaya koyan örneklikler olarak göze batıyor.

 

 

Olayın ticaret boyutunun ötesinde Yemen’den İsrail’e atılan füzeler ve İran’dan İsrail’e iki kez gerçekleşen misilleme saldırılarında Türkiye’deki Kürecik ve İncirlik üslerinin istihbarat sağlama ve Akdeniz’deki ABD gemilerine füzeleri düşürebilmeleri için yönlendirme yapma amaçlı kullanıldığına dair iddialar da Türkiye’nin İsrail’e ilişkin tutumunda gerçekten ne kadar samimi olduğuna dair şüpheleri daha da derinleştirdi.

 

 

Hükümet yetkilileri söz konusu üslerin bu amaçla kullanılmasına müsaade edilmediğini savunsalar da NATO konseptine vakıf güvenlik uzmanlarının açıklamaları bu tür bir istihbari ilişkinin zaten sürekli var olan bir durum olduğundan bahisle Türkiye’nin bunu önleyecek durumda olmadığını, istihbaratın ABD ile paylaşılmasının zaten aynı zamanda İsrail’le paylaşılması demek olduğunu belirttiler ki ABD ve İngiliz donanmasının İsrail’e giden füzeleri durdurmak için İsrail’le koordine hareket ettikleri bir sır olmadığı gibi bu amaçla Körfez ülkelerindeki üslerin kullanıldığını da vurgulamaktan gurur duyuyorlar.

 

 

 

Türkiye gerçekte olması gerektiği gibi İsrail’le tüm ilişkileri kesip tam bir ambargo uygulayabilir mi ve şayet uygulayabilirse bunun Türkiye’ye maliyeti ne olur?

 

 

Malum Türkiye NATO üyesi bir ülke ve Batı blokunun doğu kanadında NATO’ya olası tehditler karşısında savaşı ilk karşılayacak üye olarak pozisyonlanmış durumda. NATO’nun soğuk savaş konseptinde düşman SSCB iken yeni konseptte Rusya hala bir düşman olarak tanımlanmaya devam ediyor olsa da buna ilaveten artık İran da bir tehdit olarak tanımlanmış bulunuyor. Özellikle Ak Parti döneminde oluşturulan Kürecik Üssü’nün ana hedefinin iddia edildiği gibi Rusya değil İran ve Ortadoğu bölgesi olduğu da açık.

 

 

İlginç olan NATO bir yandan Türkiye üzerinden İran ve Ortadoğu’yu gözetleyip dinliyorken, gerçek bir savaş durumunda üye ülkelerin Türkiye’yi savunmayacağının ilk işaretlerine de Türkiye tarafından düşürülen Rus uçağı hadisesinde şahit olduk. Olayın ilk günlerinin sıcak atmosferinde NATO, 5.Maddeyi devreye almak istemediği gibi üye ülke başkentlerinden “şimdi Rusya’ya karşı Türkiye’yi mi savunacakmışız?” tarzında açıklamalar geldi. Türkiye’nin savunma amaçlı Patriot bataryaları talebinin nasıl alaycı bir dille küçümsendiğine ve ‘dostlar alışverişte görsün’ diye gönderilen birkaç bataryanın da sonradan çekildiğine herkes şahit oldu.

 

 

ABD, ayrıca hem Erdoğan yönetimine ve dolayısıyla Türkiye’ye güvenmediği hem de esasında Türkiye’yi de Batı çıkarları için bir tehdit olarak gördüğünden NATO kapsamında değil ama ABD olarak Akdeniz’de Güney Kıbrıs’tan başlayarak Ege adaları ve oradan Türkiye-Yunanistan sınırındaki Dedeağaç’a kadar yaygın bir askeri ve istihbari üslenme gerçekleştirmiş durumda. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu Ege, Akdeniz ve Dedeağaç’taki üslerle ilgili buraların ‘her ne kadar Rusya’ya karşı oluşturulduğu savunuluyorsa da esas hedefin Türkiye olduğunu’ açık açık ifade etmekten çekinmedi.

 

 

Türkiye-NATO, Türkiye-ABD, Türkiye-Batı Dünyası ve Erdoğan-ABD ilişkilerine bakıldığı zaman tarafların birbirlerinin gerçek niyetlerinin farkında olduğu, her tarafın durumu idare ederek mümkün olduğunca statükodan azami istifade etmeye çalıştığı ve zaman zaman da birbirlerinin kırmızı çizgilerine bastıklarında o gün için eli güçlü olan kimse onun bir hamlesi ile ilişkilerin yine dengeye oturtulabildiği ilginç bir “ne seninle-ne sensiz” ilişkisini görüyoruz.

 

 

Genellikle eli güçlü olan ABD ve onun müttefikleri olduğundan taviz vermek zorunda kalan Türkiye oluyor ama Türkiye de bazen elindeki kartları iyi oynayarak bölgede oyunbozan veya oyun kurucu olabiliyor.

 

 

Türkiye’nin Gazze konusunda doğru tavır almasının önünde NATO ve dolayısıyla Batı İttifakı’nın bir üyesi olması bir handikap olduğu gibi diğer bir handikap da ülkenin ekonomik olarak sıkıntıda ve dış yardıma, finansmana ve yatırıma bağımlı olmasıdır. Ülke hem emperyalist politikaların bir sonucu olarak küresel sömürü düzenine entegre edilmiş olması dolayısıyla hem de hükümetin ekonomi-politikasında 2014 sonrası yaşanan gel-gitler nedeniyle ekonomik olarak bir darboğazdan geçiyor.

 

 

Düşününüz, öyle bir ekonomimiz var ki; İmamoğlu’nun tutuklanması ile ilgili gelişmelere bağlı olarak dolar %10 arttı, Merkez Bankası faiz düşürme sürecine girmişken yeniden hem üç puan faiz arttırmak hem de dolar rezervlerinden ortalama elli milyar dolar para bozdurmak zorunda kaldı ki muhtemelen bu gelişmeler enflasyona da birkaç puan eklenmesine sebep olacaktır.

 

 

Buna karşılık 50 yıllık silahlı bir kalkışmayı örgütleyen PKK’nin varlığını sona erdirdiğini açıklaması ve Türkiye’de artık teröre kaynaklık eden çok önemli ve başat bir sorunun hal yoluna girdiği bir konjonktürde ekonominin bu gelişmelere olumlu tepkisi neredeyse sıfır. Bu iki durum, ülke ekonomisinde yaşanan iniş çıkışların temel nedeninin ekonominin kendi reel durumundan kaynaklanmadığını, algılar ve yönlendirmeler ile ekonomiye şekil verildiğini net bir şekilde ortaya koyuyor.

 

 

Türkiye’nin bir handikapı da halkın İslami ve insani duyarlılığında mevcut parçalanma ve ayrışmadır. Bugün bir anket yapılsa ve “Türkiye, Gazze’ye asker göndersin mi” diye sorulsa sizce toplumun yüzde kaçı bu soruya “evet” cevabı verecektir. Ya da hükümet “İsrail’e tam bir ambargo uygulasın mı, ticareti tamamen kessin mi, Gazze ve Hamas’a silah dahil her tür fiili desteği versin mi” diye sorulsa buna toplumun yüzde kaçı “evet” cevabı verecektir. Partiler bazında örneğin CHP, MHP, İYİ PARTİ, irili ufaklı sol veya faşist partilere oy verenler ile merkez parti durumuna gelmiş Ak Parti ile İslami duyarlılığa hitap eden SAADET, GELECEK ve DEVA gibi partilerin seçmenlerinin yüzde kaçı bu sorulara olumlu cevap verecektir?

 

 

Biz bu sorulara verilecek “evet” cevaplarının %50’den fazla olmayacağı gibi görece “kötümser” bir kanaat taşıyoruz. Hükümetin yanlış politikalarının İslam’a ve Müslümanlara mal edildiği ve bu nedenle insanların İslam ve Müslümanlardan soğuduğu kabaca son on yıldaki pratiğin etkisini dışarda bırakırsak belki bu oran yüzde 60’ların üstüne çıkabilecektir.

 

 

TRT başta olmak üzere TV ve Radyo kanalları, gazeteler, internet siteleri ve sosyal medya Gazze’de yaşanan vahşeti her gün saatlerce işledikleri halde Filistin, Kudüs ve Gazze için düzenlenen eylemlere katılım çok az. Hadi insanların eylemleri organize eden grupları marjinal bulup eyleme katılmaktan çekindiklerini varsayalım, bizzat hükümet ile birlikte hareket eden STK’lerin organize ettiği, Cumhurbaşkanı’nın oğlu ve damadının katıldığı gösterilerde bile kalabalıklar olması gerekenin çok gerisinde.

 

 

İyi niyetle ve bir şeyler yapabilmek adına gerçekleştirilen birçok eylemde de ruh yok. Sloganlar cansız, talepler net değil, insicam yok. Türkiye çapında tek, büyük ve yüksek katılımlı bir eylem bugüne kadar göremedik. Cuma namazı çıkışlarında nerdeyse hiç Gazze eylemine denk gelmedik.

 

 

Bu en azından az ya da çok duyarlılığı olan kesimlerin pratikleri, bir de Gazze’nin hiç gündemlerinde yer almadığı hatta sağda solda tepkilere denk geldiklerinde de “sıktı artık” modunda tepki gösteren hatırı sayılır bir kesim var. Acı olanı mütedeyyin, duyarlı kesimlerin gençleri de çoğunlukla bu psikolojide.

 

 

Boykot olaylarında gösterilen duyarsızlık bir yana, tersine boykot uygulayanlar bile oldu. Büyük şehirlerde lüks cadde ve AVM’lerde boykot edilen markaların mağaza ve mekanları genellikle ağzına kadar dolu. Bazı duyarlı insanlarda bile ‘bunun bize ne faydası var’ mantığıyla boykotu küçümseyen hatta ti’ye alan yaklaşımlara hepimiz şahit olmuşuzdur.

 

 

Şimdi bu şartlarda ve bu gerçeklikte yaşadığımız bir ülkede hükümetten bir İran gibi, bir Yemen gibi İsrail’e ve ABD’ye tavır almasını, tam ambargo uygulamasını ve hatta Gazze’ye asker göndermesini beklemek ne kadar gerçekçi?

 

 

Muhtemelen Cumhurbaşkanı Erdoğan bunların hepsini gönülden yapmak istiyordur ama bunları yaptığı takdirde karşılacağı ulusal ve uluslararası tepkinin zaten sallantıda olan iktidarını daha da riske sokacağı ve böyle bir durumda da yirmi yıldır bir yere getirdiğini düşündüğü Türkiye’nin en az bir on yıl geriye götürüleceği ve kendisi giderse yerine gelecek bir CHP adayının yönetiminde ülkenin Gazze-Filistin-Hamas ve Kudüs konularında şimdi olduğundan daha olumsuz ve edilgen halde olacağı endişesi ile yapması gerekenleri yapmaktan geri duruyor diye düşünüyoruz.

 

 

Peki tüm bunlara rağmen atması gereken adımları atsa ne olur:

 

 

Muhtemelen ilk başka adı konulmamış bir ekonomik kıskaca alınır. Sözlü ve yazılı olarak zaten kritik bir durumda olan ülke ekonomisi ile ilgili olumsuz ifadeler ve tehditlerle ortam daha da sıkıntılı hale getirilir. İstedikleri sonucu alamazlarsa o zaman direk müdahalelerle ülke ekonomisini çökertmek üzere adımlar atacakları gibi ülke içinde huzursuzluk üreterek toplumsal olaylar, çalkantılar, anarşi ve karışıklıklar çıkarmaya çalışırlar ki buna hazır gönüllü bir kitle de zaten bilenmiş olarak bekliyor.

 

 

Ekonomi alanında bunlar olurken Yunanistan ve Güney Kıbrıs üzerinden adalar sorunu, kıta sahanlığı ve 12 mil konusu, deniz yetki alanları gibi kronik başlıklar üzerinden bir sıkıştırma tekrar gündem olacaktır.

 

 

Ülkenin aşırılığa meylettiği yönünde küresel bir propaganda dışardaki algının bozulmasına paralel ülkeye giren ve çıkan insan ve mal hareketliliğinde de ciddi bir baskıya yol açacaktır.

 

 

Ülke içinde elleri olan küresel güçler, ordu içinde ve sivil toplumda sahip oldukları kurulu ilişkiler -önceden sürülmüş tarlalar- üzerinden bir yandan ekonominin giderek daha da bozulmasıyla ülke içi huzursuzluk arttırılırken kimi farklı grup ve örgütlerle ittifaklar kurarak yumuşak veya sert bir darbeyi planlamak isteyeceklerdir. Ülkede Kemalist, jakoben, ulusalcı, laik hatta din düşmanı veya hassaten İslam düşmanı güçlü bir damarın varlığı sanırım inkar edilemez.

 

 

Hükümet muhakkak bunların hepsinin farkındadır.

 

 

Ekonominin toparlanmaya çalışılması, yeni çözüm süreci ile bir yandan PKK’nin silah bırakması bir yandan da Kürt sorununu da çözüme bağlayacak şekilde yeni demokratik bir anayasanın yapılmaya çalışılması, Suriye’nin yeni yönetimi, Irak ve IKBY ile birlikte bölgesel bir barış ve işbirliği çabasının öne çıkarılması, İsrail’in Suriye’nin işgal ettiği bölgelerinden çekilmesi için sahada ve uluslararası alanda çalışmalar yürütülmesi gibi faaliyetler Türkiye’nin geleceğini gördüğü sıkıntılı ortama hazırlık yaptığını düşündüren gerekli ve gecikmiş adımlar.

 

 

Peki Türkiye halihazır risklere ve zorluklara rağmen, Erdoğan’ın geçmişte zaman zaman çok iyi uyguladığı “sonuna kadar ger ama koparma” politikasını Gazze meselesinde de uygulayamaz mı?

 

Bu soruya cevabımız hiç şüphesiz “evet, yapabilir” olacaktır.

 

 

Neler yapılabilir:

 

  1. Türkiye vatandaşı olup da İsrail ordusunda görev yapanların vatandaşlıktan çıkarılması.

 

  1. Gazze’de çatışmaya katıldığı tespit edilen Türkiye vatandaşlarının mallarına el konulması.

 

 

  1. İsrail’le Türkiye kaynaklı tüm ticaretin durdurulması. Azerbaycan’dan getirilen petrole kısıtlamalar getirilmesi, örneğin jet yakıtı gibi özel nitelikli enerji transferine engel getirilmesi.

 

  1. Silah endüstrisinde kullanılabilecek her tür ürün, yedek parça, sarf malzemesi ve aksesuarın Türkiye üzerinden İsrail’e geçişine izin verilmemesi.

 

 

  1. FKÖ üzerinde baskı uygulayarak Çin’in yapmaya çalıştığı ama başaramadığı Hamas-El Fetih ve diğer Filistinli gruplar arasında kalıcı ve adil bir birlik oluşturulabilmesi için tüm sahalarda etkili bir çalışma yapılması.

 

  1. İran, Pakistan, Malezya, Katar, Cezayir gibi Filistin konusuna duyarlı ülkelerle Kudüs ve Filistin bağlamında sıkı iş birliği ve belki de bir oluşum meydana getirilmesi, Azerbeycan-Suudi Arabistan-BAE-Mısır-Ürdün-Bahreyn gibi göbeğinden emperyalizme bağlı ülkelerin de bu sürece katkı sağlamayacaklarsa bile engel olmalarının önlenmesi amacıyla diplomatik-siyasal-sosyal faaliyetler yapılması.

 

 

  1. Rusya ve Çin ile ilişkileri derinleştirmek. Bu her iki süper gücün sahada varlık göstermeye ikna edilebilecekleri bir imkânın uluslararası ilişkiler, oluşumlar ve kurumlarca zorlanmaya çalışılması. Örneğin İslam ülkelerinden duyarlı olanlarla Çin ve/veya Rusya’nın Gazze’ye gıda yardımına re’sen karar verip Mısır’ın Refah kapısından girmeye çalışmaları ve İsrail’in olası müdahalesine karşı angajman kuralları dikte etmeleri.

 

Bu sonuncusu birçok parametrenin bir araya gelmesi ile olabilecek bir şeydir. Bugünün dünyasında ne Rusya ne de Çin, direk kendilerini ilgilendirmeyen Gazze gibi bir yer için böyle bir risk almak istemezler ama BRICS+ ölçeğinde kararlı bir duruş sergilenebilirse İsrail insani yardıma izin vermek zorunda kalabilir.

 

 

SON SÖZ

 

Dünyada fiili olarak hiçbir İslam Ülkesi tek başına şu anda İsrail ve ABD’ye boyun eğdirecek ve şartlarını dikte ettirecek güçte değil. Buna yiğitçe soyunan ve bunun bedelini canıyla malıyla ödeyenler (Hizbullah-Yemen-İran) olduğu gibi yaşanan soykırıma diplomasi ve siyasi-sosyal kanallarla son vermeye çalışan samimi gayret gösteren ülkeler (Türkiye, Katar, Pakistan, Malezya, Cezayir) ve efendileri tarafından ‘koltuklarını emperyalizme borçlu oldukları’ artık açık açık dile getirilen ama halklar nezdinde büyük baskı altında bir çıkış yolu bulmaya çalışan (Suudi Arabistan-BAE-Mısır-Ürdün-Bahreyn) gibi ülkelerin hiçbiri tek başına bu işin altından kalkamaz.

 

 

1967 ve 1973 yılında Arapların İsrail’e savaş açtıkları ve yenildikleri dönem geride kaldı. Bugünün emperyalizmi o günün emperyalizminden daha güçlü, bugünün ümmeti o günün ümmetinden daha zayıf. ABD emperyalizmi bugün 1979 Şubat’ında gerçekleşen İran İslam Devrimi dönemindeki Amerika’dan daha güçlü. Dolayısıyla bugün Müslüman liderler, ülkeler ve halkların İslam Ülkeleri arasında bir birliği şöyle veya böyle zorlamaları dışında bir yol yok. Bunun için cesur, adil, güçlü, kavmiyet ve mezhebi taassubunu yenmiş, rahmetli üstat Ali Şeriati’nin deyimiyle “zindanlarının üstesinden gelmiş” birkaç lidere ihtiyaç var…

 

 

Özet
:
Naci HANPOLAT yazdı: Türkiye gerçekte olması gerektiği gibi İsrail’le tüm ilişkileri kesip tam bir ambargo uygulayabilir mi ve şayet uygulayabilirse bunun Türkiye’ye maliyeti ne olur?
Resim
Türkçe
X