İsrail İran’a karşı galip gelirse ne olur?
İsrail acımasızca İran’a saldırıyor. Arkasında dünyanın şu ana kadar eriştiği en yüksek seviyedeki tüm teknoloji, silah, takip-tarassut ve istihbarat araçları, sınırsız ekonomi ve propaganda desteği var. Saldırdığı İran ise yıllardır ekonomik kıskaca alınan ekonomisi ve maruz bırakıldığı ambargoya rağmen yalnız kendi gücüne dayanarak ayakta kalan ve bu haliyle sadece sözle değil fiili olarak da elindeki tüm imkanlarıyla mazlum Filistin’e destek olmaya çalışan diyebiliriz ki tek İslam ülkesi.
Türkiye, Pakistan, Katar gibi bölge ülkeleri sözleri ve uluslararası alanda politika ve eylemleri ile İsrail aleyhine ve Filistin lehine bir duruş sergileyip yerine göre risk alsalar da hiçbiri İran’ın fiili desteği seviyesine ulaşabilmiş değil. Bu ülkelerin her biri Türkiye dahil son elli yıldır bir şekilde Amerika’nın liderliğini yaptığı küresel yapıya göbeğinden bağlı durumdalar.
Katar’da malum ABD’nin Ortadoğu’daki en büyük üssü var. Türkiye hükümeti bir yandan zaten sıkıntıda olan ekonominin daha da kötüleşebileceği korkusu ve bu gidişle önümüzdeki seçimleri kaybedebileceği endişesi ile ürkek bir güvercin gibi soruna yaklaşıyor ve büyük bir risk almaktan özenle kaçınıyor.
Türkiye zaten bir NATO ülkesi ve ülkede NATO’ya ait ama yeri geldiğinde ABD’nin farklı amaçlarla da kullanabildiği üslere ev sahipliği yapıyor. Türkiye direk İsrail’e istihbarat aktarmıyordur ama ABD veya İngiltere’ye aktarılan istihbarat zaten aynı zamanda İsrail’e de aktarılmış istihbaratlardır. Nitekim başta ABD olmak üzere İngiltere ve Fransa gibi ülkelerin sahada İsrail’e hem istihbari hem de fiili destek verdikleri bizzat kendi yetkililerince basına yapılan açıklamalarda dile getiriliyor.
NATO ve benzeri Batı dünyasının denetiminde olan tüm uluslararası kuruluşlar İsrail’in erişime açıktır. UAEK’nun İran nükleer santrallerinde yaptığı denetimlerin tüm raporlarının İsrail istihbaratının eline geçtiği zaten biliniyordu, geçenlerde bu konuyla ilgili bir haber de basına sızdı.
Pakistan ile Türkiye’nin savunma ittifakı ve stratejik ortaklığı ümmet arasında vahdet için umut verici bir birliktelik olsa da yine de bu ülkelerin ABD ile bağı ve özellikle Türkiye’de emperyalizme teşne hatırı sayılır bir kitlenin mevcudiyeti kısa vadede radikal adımların atılabilmesi ile ilgili umutları zayıflatıyor.
Suriye’de yaşanan iç savaşta Türkiye’nin Suudiler ve Katar’la birlikte rejime koşulsuz destek veren İran ile karşı karşıya gelmesi ve bu savaşın sahada yüzbinlerce insanın ölmesine ve milyonlarca insanın da göçmesine yol açması İslam dünyasında büyük bir yaranın açılmasına ve derin bir çatlağın oluşmasına yol açtı. Özellikle 2006’da İsrail’e tarihinde görmediği bir yenilgi tattıran ve tüm Müslümanlar nezdinde itibar kazanan Hizbullah’ın Suriye’de Esed lehine sahaya sürülmesi oluşan çatlağı daha da derinleştirdi ve emperyalistler tarafından olay, “zalim-mazlum” veya “direniş cephesine karşı iç savaş” tanımlamalarından uzakta bir Sünni-Şii savaşına ve ayrışmasına ustalıkla dönüştürüldü.
Savaşta kim haklıydı kim haksızdı konusu ayrı bir tartışma konusu. Suriye halkının Esed’e karşı ayaklanması masum bir halk ayaklanması mıydı, ABD ve İsrail’in Suriye’yi bölüp parçalama stratejisinin şekillendirdiği bir planın sonucu muydu, her halükarda Suriye’nin Baas Partisi zulmünden kurtulması her şeye değer miydi, bugün gelinen noktada Ahmad Al-Şaraa’nın İsrail ve ABD’ye karşı tutumu ve İsrail’in Suriye’yi işgali gibi sonuçlar toplamda ümmet açısından ne anlama geliyor gibi tartışmalar için söylenecek çok söz var ama bu tartışmanın adil olmak adına kolay, net, düz bir cevabı yok. Her iki tarafın doğruları ve yanlışları var ama sonuçta elde edilen şey kime yaradı veya yarayacak bakıp göreceğiz.
Tüm bunlara rağmen İran’ın gerek İsrail’e gerekse de onun arkasında duran ve İsrail’e gönül vermiş bir devlet aygıtı tarafından yönetilen ABD’ye devrimin ilk yıllarından beri karşı duruşu, onun çizgisinin anti-emperyalist ve anti-Siyonist bir duruş olduğu hakkında şüpheye yer bırakmıyor.
İran ilk İslami yönetim örneklerinden biri olarak modern dönemde kendisinden önce benzeri olmayan bir İslam Cumhuriyeti kurma iddiası ile yola çıktı ve bu yolda zaman zaman yanlışlar yapsa da hep çizgi üzerinde kalmayı başardı. Gerek ülkenin alt yapı üst yapı anlamında çağımızın gereklerine uygun bir yapılanmadan uzak oluşu, gerek ülke içinde İslami yönetime rağmen gelir dağılımında adaletin sağlanamamış olması, ülkede Şii-Ca’feri mezhebinin resmi mezhep olarak ilan edilmiş olması, etnik kimliklerle ilgili yaşanan şikayetler ve genelde Ortadoğu tarzı bir yönetişim şeklinin tutturulmuş olması (ehliyet-liyakat tartışmaları), farklı İslami düşünceye mensup kişilerle ilgili baskıcı politikalar gibi uygulamalar öne çıkan eksikler olsa da bir İslam Cumhuriyeti deneyimi olarak samimi, önemli ve zor bir işin altından hakkıyla çıkmaya çalıştı.
İran’ı Fars-Pers devlet geleneğinin bir uzantısı olarak değerlendiren ve ülke dışında özellikle Şii nüfusun yoğun olduğu bölgelerde örgütlenmelere gitmesini ulusal yayılmacılık olarak niteleyen bir bakış Türkiye fikir dünyasına egemen. Hakeza mezhebi hassasiyeti öne çıkarıp etkili olduğu bölgelerde Ehl-i Sünnet mezheplerine karşı pozisyon kazanmaya çalıştığına dair de kamuoyunda hâkim bir algı var. Kimi İran muhiplerinin de böyle bir algı oluşmasında ciddi bir katkısı bulunuyor.
Türkiye gibi bin yılı aşkın bir devlet geleneği olan bir ülkeden bahsediyoruz. Böyle bir ülkenin mutlaka köklü bir devlet olarak elbette birtakım hesapları, plan ve projeleri vardır ve bu hesaplar-planlar bu devletin ulusal kimliğinden bağımsız değildir.
Fakat adil olmak adına şunu belirtmek gerekir ki; İran, şayet sadece ulusal çıkarlar peşinde koşan, öncelikli olarak kendi halkının / devletinin maddi refahını ve çıkarlarını gözeten bir devlet olsaydı herhalde ABD ve onun öncülüğünü yaptığı küresel sisteme karşı bu kadar sert bir muhalefet yapmaz ve böylesine varoluşsal riskleri de karşılamak zorunda kalmazdı. İlişkileri daha yumuşak zeminde yürütüp tatlı-sert bir politika ile süreci götürebilirdi ama böyle yapmadı.
Kurucu lider Ayetullah Humeyni’nin devrimin ilk günlerinden itibaren İsrail’i “İslam dünyasının içine saplanmış bir hançer” olarak gören ve ABD’yi “BÜYÜK ŞEYTAN” olarak niteleyen politikası, İran’ın devlet olarak dış politikasının ana mihveri oldu.
Ülkeyi kuran devrimci iradenin çizdiği çizgi, bir devlet olarak temel politikalarını ulusal bir perspektifin yanında hatta üstünde İslami bir perspektifin üzerine oturttu. Zaman zaman gel-gitler oluyor, belki bazı klik ve lobiler öne çıkıp geride kalıyorsa da ana devrimci çizginin öyle ya da böyle sürdürüldüğünü görüyoruz.
Şimdi bu İran, tarihin gördüğü göreceği en vahşi yapılardan biri olan İsrail ve ona destek veren ABD, Fransa, Almanya ve İngiltere tarafından fiilen desteklenen bir saldırıya muhatap. İran her ne kadar karşılık veriyorsa da bu savaşın İran’ı en az on yıl geriye götüreceği aşikâr. Yıkılan, bombalanan yerleri tekrar imar etmek ve onları yeniden işler hale getirmek çok kolay olmayacak. Eğer bu savaşın sonunda bir şekilde İsrail kuyruğunu kıstırıp geri çekilmek zorunda kalırsa aala ama Allah esirgesin İran pes etmek zorunda bırakılırsa sırada Türkiye’nin olduğunu öngörmek için uzman olmaya gerek yok.
Aklı başında her bölge insanı, Türkü Kürdü Arap’ıyla tüm etnik kimlikler ve devletler bu savaşın sonucunda olur da İsrail galip gelirse her biri kurbanlık koyun gibi sıranın kendisine gelmesini beklesin.
Ülkeler gerek tarihten miras alınan rekabetler, gerek mezhebi-ulusal-bölgesel-ekonomik çekişmeler nedeniyle İran’ın ezilmesine göz yumarlarsa bunun maliyetini er ya da geç tüm bölge ödeyecektir.
Kimse kalkıp da İslam ülkelerinden İran’ın yanında İsrail’le savaşsınlar diye bir şey beklemiyor ama örneğin Türkiye NATO üslerinin İran’a karşı kullanılmasını engelleyebilir (eğer zaten engellemiyorsa), hava savunması ve genelde savunma teknolojileri alanında İran ve Pakistan’la karşılıklı iş birliği ve yardımlaşmaya gidebilir.
Pakistan gerek kendi yerel imkanları gerekse de Çin’le geliştirdiği derin ilişkiler üzerinden İran’a teknik, lojistik, silah ve istihbarat desteği verebilir. Savaşın ikinci gününden itibaren başta Pakistan Dış İşleri Bakanı’nın ve ardından Pakistan hükümetince ABD'ye duyurulduğu bildirilen uyarılar bu yönde umut verici gelişmelerin olduğunu gösteriyor.
Özellikle varlıklarını ABD’ye bağlı körfez ülkelerinin tavrı bu savaşta kritik önem taşıyor. Ürdün, İsrail uçaklarına hava sahasını açarken İran füzelerini “hava sahamızın başka bir ülke tarafından ihlaline izin vermiyoruz” bahanesi ile daha İsrail’e ulaşmadan engellemeye çalışan hain politikasının bedelini çok geçmeden ödemek zorunda kalacak. Bu tarz hain ve münafık politika tarzı belki şimdilik sahiplerine kısa vadede kazanç sağlıyor gibi görünse de orta ve uzun vadede ABD ve müttefiklerinin kaybetmekte oldukları küresel rollerine paralel olarak sahadan silinmelerine ve zalim diktatörlerin akıbetine uğramalarına neden olacaktır.
Suudiler, Yemen ile yaşananlar ve İran ile geliştirilen ikili diyaloglar sayesinde olsa gerek daha temkinli ve mutedil bir duruş sergiliyorlar. Hakeza BAE’ de her an ateşin ortasında kalma riski ve tek bir füze ile tarumar olacak kırılgan ekonomisi nedeniyle tepkisiz.
Zaman tüm ihtilafları, çekişmeleri, fikir ayrılıklarını, tarihi düşmanlıkları bir kenara bırakma ve birlik olma zamanı.
İran zaman zaman irili ufaklı yanlışlar, hatalar yapmış olabilir. Bu arada Türkiye’de hükümete yakın kaynaklardan zaman zaman duyduğumuz İran’ın geçmişte Türkiye’nin uzattığı eli tersiyle ittiğine dair şikayetleri gündeme getirmenin ve bunun üzerinden politika geliştirmenin de zamanı değil. İran’ın mezhep savaşı verdiği, gizli ajandasının olduğu, ülkeleri karıştırmak için beşinci kol faaliyetleri yürüttüğü ve benzeri gibi suçlamaları gündeme getirip nifakı büyütmenin ve ayrışmayı derinleştirmenin hiç zamanı değil.
Bugün o hesapların yapılacağı gün değil.
İran şu anda sadece kendi savaşını vermiyor. Hem egemenlerin İsrail için dile getirmeyi çok sevdikleri “kendini savunma hakkını” kullanıyor, hem iki milyar Müslümanı ve elliden fazla devleti kapsayan İslam dünyası için varoluşsal bir savaş veriyor hem de güçlünün zayıfı ezmeye çalıştığı tarih boyunca yaşanan Hak-Batıl savaşında mazlumun, hakkın, haklının kavgasını veriyor.
Bu savaşta Yüce Yaradan’dan temennimiz o dur ki:
Ya RAB, Siyonizme ve ABD emperyalizmine karşı mücadelesinde bu ordu senin adına savaşan bir ordudur. Bu askerler senin askerlerindir. Eğer bu ordu hezimete uğrarsa Müslümanların ve mazlumların üstüne daha çok gelecekler, daha çok yakacaklar, yıkacaklar. Gazze, Filistin, Suriye, Lübnan bu vahşi kan içici canavarın pençeleri altında zaten inliyor. Bu sefer de başarırlarsa senin yolunda mücadele verenler, senin davan için başını verenler çok daha zor durumlara düşecekler Ya RAB.
Ya RAB, bunlar yeryüzünde var oldukları günden bu yana fitne çıkaran bir topluluk. Savaşı kızıştıran, insanları birbirine düşüren, nice peygamberleri ve Allah dostlarını katletmiş lanetli bir kavim bunlar.
Sen bunlara fırsat verme Ya RAB. Yerin altında olanı üstlerine geçir. Başlarına gökten yerden ateşler yağdır. Onlara yardıma gelenleri de onların ateşinde yak Ya RAB.
Müslümanları muzaffer eyle. Zalimleri kahreyle.
HAKK GALİP GELECEK, BATIL ZAİL OLACAK…