KAYSERİ OLAYI - GÖÇ VE GÖÇMENLER ÜZERİNE
KAYSERİ OLAYI - GÖÇ VE GÖÇMENLER ÜZERİNE
Naci HANPOLAT
“Her uygarlığın ardında bir hicret (bir göç hikayesi) vardır.” der Rahmetli Ali Şeriati. “Topyekûn bir hareket ve toplumsal bir diriliş sebebi olan hicret, insanı içinde bulunduğu dört zindandan (Tarih-Toplum-Tabiat-Ten) kurtararak yüce ve kâmil makamlara ulaştırır” diye devam eder.
Dünya medeniyetler tarihine bakıldığında hemen hemen bütün büyük medeniyetlerin gerisinde on yıllar süren göçlerin, mekân ve ortam değişimlerinin olduğunu görebiliriz.
Anadolu’da ve Avrupa’da kurulmuş medeniyetlere baktığımızda tamamının uzun yıllara dayanan bir göç hikayelerinin olduğunu görürüz. Doğu-Batı Roma İmparatorluklarından tutun Bizans’a, Emevî, Abbasi ve Selçukludan tutun Osmanlılar ’a kadar örnekleri çoğaltabiliriz.
Bunun en son örneği günümüzde de halen egemenliğini sürdüren ABD imparatorluğudur. İmparatorluk diyorum etki gücü itibariyle yönetim şekline bakmaksızın tarihteki örnekleriyle karşılaştırdığımızda sanırım ABD’ye bu ismi vermek yanlış olmasa gerek.
Tarihte imparatorluk hikayesi olan devletler de facto bu güçlerini yitirmiş olsalar bile imparatorluk geçmişlerinden ötürü hep bir sosyal, siyasal ve ekonomik merkez olma özelliklerini korurlar.
Moskova, Paris, Londra, Viyana, İstanbul eski birer imparatorluk bakiyesi şehirler olarak kendi hinterlantlarından yoğun göç alan merkezler. Bu göç olgusu bu kentlere ve ülkelere ciddi bir beyin ve emek göçünü de akıtmakta ve bu şekilde ilgili ekonomiye ve kültüre ciddi katkılar sağlamaktadır.
Bugün gerek Rusya’da gerek Türkiye’de gerekse de Fransa ve İngiltere’de göçmen kökenli insanlar bürokraside, siyasi sosyal ekonomik ve kültürel yaşamda kendilerinden söz ettiren konumlardalar. Devlet Başkanlığı’ndan tutun bilim adamlığına kadar sair alanlarda göçmen kökenliler varlık göstermektedirler.
Göç gönüllü olabileceği gibi mecburi de olur ki yeryüzünde yaşanan toplumsal göçlerin çoğu zorunlu nedenlerle gerçekleşen göçlerdir. Tabii afetler, ekonomik krizler, iç savaş veya genel olarak çatışmalı ortamlar nedeniyle yüzbinlerce hatta milyonlarca insan bir yerlere göç etmekte/etmeye çalışmaktadırlar.
Ülkemiz de Osmanlı bakiyesi bir ülke olarak bu göç hareketlerinden en fazla etkilenen ülkelerden biridir hatta en fazla etkilenen ülkedir bile denilebilir. Osmanlı İmparatorluğu’nun dağıtılmasından sonra bir türlü huzur görmeyen çevre coğrafyalarda her çatışma, her kriz insanların Türkiye’ye akmasına sebep olmuştur.
Balkanlar’dan gelen Makedon, Arnavut, Boşnak, Bulgar ve Batı Trakyalılar; Orta Asya’dan gelen değişik etnik kökenlerden topluluklar, Afganistan’dan, Irak Kürdistan bölgesinden, Libya, S.Arabistan ve diğer körfez ülkelerinden ve derken Suriye’den ciddi göç dalgalarına muhatap olduk, oluyoruz.
Eğer siz imparatorluk bakiyesi bir ülke iseniz bunu önleyemezsiniz, önlememelisiniz de ama bunu yönetmelisiniz.
Göç ile ilgili düşünülmüş tartışılmış ve neticede kararlaştırılmış 5-10-50 yıllık planlarınız doğrultusunda hem göç olgusunu, hem göçmenlere karşı toplumda gelişebilecek tepkileri hem de bu olgunun yaratacağı sosyal kültürel ve ekonomik etkileşim ve dönüşümleri hesaplar ona göre de bir politika belirlersiniz.
Yerleşik halklar yapıları gereği göçmeni sevmezler. Bu toprağa bağlı ekonomik toplumsal şekillenmenin insanlar üzerinde yarattığı doğal ve insani bir tepkidir ama aynı zamanda şeytanidir. Göçmenin onun toprağına, işine, aşına, ekmeğine ortak olacağı ve kendisinin bundan mahrum kalacağı korkusu hele hele göç karşıtlarının propagandalarıyla köpürtülüp bir toplumsal tepkiye ve linçe dönüşebilir. Bu tepkinin kurumsallaşmış hali Nasyonal Sosyalizm de denilen Faşizm’dir. Faşist ’in bakış açısı dardır, kıskançtır, küçük hesapçıdır, ‘küçük olsun benim olsun’cudur, korku-endişe-kaygı doludur ve bu etkenlerin dayatmasıyla saldırgandır.
Devletler bir yandan göçün kendilerine kattıklarından azami istifade etmeye çalışırken bir yandan da zaman zaman belli bir göçmen grubunu korkutmak/ürkütmek/kendilerini güvende hissetmemelerini ve böylece ülkeyi terk etmelerini sağlamak veya gelmeyi düşünenlerin gözünü korkutmak adına ‘rutin dışı işler’e kalkışırlar.
Almanya’da dazlak grupların yabancılara karşı işlediği eylemlerde bazı örgüt mensuplarının Almanya Anayasayı Koruma Kurumu ile irtibatları ortaya çıktı. İŞİD/DEAŞ adlı cinayet şebekesini uluslararası bir aparat olarak var eden emperyalist güçler, ülkeler bazında zaman zaman göçmenlere karşı nefret oluşturabilmek adına örgütü sahaya sürüyorlar. Avrupa başkentlerinde meydana gelen birçok İŞİD/DEAŞ saldırısının aslında önceden istihbarat örgütlerince öğrenildiği ama gerçekleşmesinin önüne geçilmediğine dair çokça haber medyaya sızdı, sızıyor. Türkiye’de de meşhur 6-7 Ekim olaylarının dönemin MİT görevlileri tarafından organize edildiğini bizzat yetkili ağızlar itiraf ettiler.
Suriye olayları 2011 yılından beri Ortadoğu Bölgesi’nde açılmış en büyük yaradır ve bu yaranın hem Suriye ve Suriyelilere hem de bölge ülkeleri ve Müslüman halklara çok büyük maliyeti olmuştur. Savaşın çıkış nedeni, Esad yönetiminin diktatör bir yönetim oluşu, halka baskı yapması v.s. konularından bağımsız olarak bugün ortaya çıkan tablo net olarak gösteriyor ki bu savaş ABD-İngiltere ve İsrail tarafından planlandı ve Türkiye, Irak, Lübnan ve Ürdün’ü de içine alacak bölgesel ve uzun bir savaş ile kardeşler arası düşmanlık tohumları ekmenin bir alanı haline getirildi.
Suriye Savaşı ile ilgili söylenecek çok söz var ama konumuzu ilgilendiren boyutuyla göç olgusunda Suriyelilerin Türkiye, Ürdün ve Irak’a akması ile beraber bu ülkelerde bir ‘Suriyeli göçmenler’ sorunu ortaya çıktı. Türkiye’de Ak Parti hükümetlerinin savaşla ilgili gel-git’leri, Davutoğlu’nun Türkiye’yi Hillary Clinton’dan devraldığı misyonla Suriye bataklığına sokması ile başladı. ABD ile girişilen çeşitli angajmanlarda aslında ABD’nin niyetinin Türkiye’yi de savaşa sokmak olduğunun fark edilmesi sonrası oluşan verili durumun ürettiği yeni sorunlarla baş edebilmek adına bir doğru iki yanlış bir politika yürüten Ak Parti hükümetleri, Türkiye’yi esir alan bölünme korkuları ile bölgedeki savaşın ürettiği yeni bir gerçeklik olan Kürt olgusuna karşı da yanlış politikalar ve ikircikli kararlarla bölgede bir de-facto ABD varlığına kapı aralamış oldular. 20 milyon Kürt nüfusa sahip olan Türkiye’ye karşı 2 milyon Kürt’ün sözüm ona koruyucusu ve kurtarıcısı olarak ABD bugün bölgede 50’in üstünde üsle bayrak gösteriyor.
Suriyeli göçmenlerin ülkeye kattıkları mı fazladır yoksa götürdükleri mi diye bir çalışma yapılsa kanaatimiz faydalarının götürdüklerinden çok daha fazla olduğu şeklindedir. Türkiye’nin gereksizce beş yıla yakındır uzayan inadından vazgeçip Esad’la görüşmeye başlaması ve Esad’ın göçmenlere güvenli dönüş sağlama sözü vermesi sonrası zaten göçmenlerin kahir ekseriyeti ülkelerine döneceklerdir. Elbette belli oranda Suriyeli de gitmeyecek burada kalacak ve buraya katkı sunmaya devam edeceklerdir. Bir kısmı da bir ayağı orda bir ayağı burada iki ülke ve iki halk arasında bir sosyal köprü işlevi göreceklerdir.
Göç’ün ülkeye elbette bir yükü vardır ama yükünün yanında kattıkları çok daha fazladır ve bu katkının semereleri on yıllar sonra kendini gösterecektir.
Göç olgusunu değerlendirmek, yeri geldiğinde eleştirmek, göçe karşı olmak tartışılabilir konuşulabilir tavırlardır ama göçmene karşı nefret, ayrımcılık, küçümseme, sosyal haklardan mahrum bırakma ve hele hele şiddet asla kabul edilemez.
Göçmene karşı şiddet, devletin üzerinde ciddiyetle durması ve gereken önlemleri acilen alması gereken büyük bir toplumsal tehlikedir. Gerek güvenlik boyutuyla gerek doğru bilgilendirme yoluyla toplumun göç ve göçmen konusunda bilinçlendirilmesi ve ayrıca göçmene karşı nefreti yayan kişi, kurum ve kuruluşlar ve bunların arkasında olan güçlere karşı da her türlü mücadelenin verilmesi hayati derecede önemlidir, ertelenemez, hafife alınamaz.
Devlet ve kolluk güçleri kararlılıkla göç ve etnik düşmanlık / nefret üzerine gelişen toplumsal şiddet olaylarında gevşek davranamaz, konuyu sıradan bir vaka gibi ele alamaz. Olay ve vaka bazında hem güvenlik hem de sosyal ve psikolojik boyutlarıyla mücadele ilgili lokal yöneticiler tarafından koordine edilip doğru yönetilmeli ve suçlunun korunduğu imajına müsaade edilmemelidir.
Suç işleyen kişilerin kim olduklarına bakılmaksızın gereği yapılmalı, toplu saldırı olaylarında masumlara yönelik saldırılar örgütlü eylem olarak değerlendirilip ona göre cezalandırılmalıdır ki hem kamu vicdanı rahatlasın hem oluşturulacak caydırıcılıkla da bu tür olayları organize edenler kolay eleman bulup yönlendiremesinler.