Nato Konsepti, Muhaberat Rejimleri ve Türkiye
Farklıbakış web sitesi yazarlarından Kamil Ergenç, aşağıda alıntıladığımız makalesinde NATO’yu Batı merkezli sömürgeci-ırkçı bir hegemonya aracı ve “dünyanın en etkili terör örgütü” olarak tanımlıyor. Türkiye’nin 1952’den bu yana NATO’dan bağımsız bir strateji geliştiremediğini, Suriye politikasıyla Pakistan’ın Afganistan deneyimine benzer bir şekilde istikrarsızlığa sürüklendiğini savunuyor.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Nato Konsepti, Muhaberat Rejimleri ve Türkiye
Kamil ERGENÇ
NATO nedir? En maruf tanımıyla, ırkçı-emperyalist Almanya önderliğindeki Nasyonal Sosyalizmin mağlup edildiği ikinci dünya savaşından sonra ( ki literatürde soğuk savaş olarak bilinir) kıta ve ada Avrupa’sını Sovyet tehdidine karşı Amerikan himayesine alan askeri güvenlik şemsiyesi… 1949’daki kuruluşundan günümüze bu örgütün faaliyetlerine ( 1991’de Sovyetler dağılmasına ve Avrupa için tehdit ortadan kalkmasına rağmen varlığını devam ettirme iradesine) dikkat kesildiğimizde, söz konusu tanımın güncellenmeye ihtiyacı olduğu hemen fark edil/ebil/ir. Benim tanımım şu; NATO “Judeo-Hıristiyan kodlarla mücehhez sömürgeci-ırkçı-kapitalist Aydınlanma paradigmasının küreselleşmesi için (WASP ideolojisinin klavuzluğunda) askeri-siyasi-iktisadi-hukuki-akademik hegemonya inşa etmek üzere konumlandırılmış örgütlü yapıdır. Bu yapının başkomutanı Amerika… Burada sözünü ettiğimiz hegemonya kimi zaman sert(askeri) kimi zamansa yumuşak(kültürel) sömürgecilik yöntemleriyle cari kılınır. Sömürgeciliğin bu iki türü de (birincisi doğrudan ikincisi ise dolaylı olarak) tedhiş/korku içerdiğinden “terör” faaliyeti kapsamında değerlendirilebilir. Bilindiği üzere terör, korku ve dehşet salarak amaca ulaşma yöntemine verilen addır. Bu bağlamda NATO’nun gerek cesameti gerekse imkan ve kabiliyetleri bakımından dünyanın en etkili “terör örgütü” olduğunu söylemek abartı sayılmamalıdır.
Türkiye,1952’de dahil olduğu NATO konseptinin dışına çıkma/bağımsızlaşma iradesi göster/ e/mediği,bu iradenin inşa ve ikamesine dair (derinlikli/uzun erimli/sistematik) kültürel, siyasal, akademik çabalara öncülük edemediği,etmek isteyenleri maceracılıkla / ütopyacılıkla/ irrasyonellikle /komünistlikle/Avrasyacılıkla/reel politik davranmamakla suçlayarak itibarsızlaştırdığı, sağ/ muhafazakar / milliyetçi (politbüro kültürüne mensup) kadrolar eliyle günü kurtarmaya dönük, fırsatçı (oportünist) yaklaşımları hamasetle ambalajlayarak toplumsal bünyenin endoktrine edilmesine/uyuşturulmasına fırsat verdiği, nitelik düşmanı popülist politik söylemin büyüsüne kapıldığı ve vasıflı tenkit kültürüne yabancılaştığı (hatta bu kültürü ihanetle eşdeğer gördüğü) için sömürgeci gerçeklikle yüzleşme-hesaplaşma bilincini geliş/tire/medi.
Bu nedenle sürekli olarak bir şeylere maruz kaldı. Bunun son örneği Suriye özelinde gerçekleşti. Burada 1979-1989 Afgan-Sovyet savaşında Pakistan’ın başına gelenlerin benzerleriyle karşılaştı. İcbar edildi diyenler de var. Ancak ben o kanaatte değilim. (Basiret ve ferasetten yoksun) hariciye politikamız sadece Ortadoğu’nun hassas dengelerini alt-üst etmekle kalmadı, aynı zamanda, oldukça kırılgan bir bölge siyasetine alan açarak Türkiye’nin (belki de onlarca yıl uğraşmak zorunda kalacağı) sorunlar yumağına kapı araladı. Oysa ki Ortadoğu’nun 20.yüzyıl siyasi-iktisadi-ideolojik tarihine dikkatli bir şekilde nazar etmek, Suriye’de meydana gelecek bir istikrarsızlığın (iç savaşın) bölge genelinde etnisite-mezhep eksenli önü alınamaz bir dalgalanmaya yol açacağını, dahası İsrail’in ekmeğine yağ süreceğini kestirmek için kafi idi…
Gelinen noktada bölgesel çatışmaların ortasında ölümle-sıtma arasında bir pozisyonla yüz yüzeyiz artık. Bu gerçeklikle yaşamayı ve normalleşmesine itiraz etmemeyi öğrenmemizi bekliyorlar. Sovyetlerin Afganistan’da mağlup olması (Vietnam yaşaması) için ABD-Suud konsorsiyumu ile işbirliği yapan Pakistan, hem Afganistan’dan gelen yoğun göçle hem de farklı ülkelerden “cihat” için gelenlerle istikrarsızlığa mahkum edilmiş, savaş süresince ve sonrasında tipik bir muhaberat devleti haline gelerek ( hem kendi insanı hem de komşuları nezdinde ) siyasal-iktisadi-hukuki meşruiyetini ve saygınlığını yitirmişti.
Afganistan’daki istikrarsızlıktan kaynaklı sıkıntılara Hindistan’ın tazyiki de eklenince Pakistan, çareyi güvenlik-istihbarat bürokrasisinin tahkiminde bulmuştu. Suriye’nin sömürgeci-ırkçı-emperyalist haramiler tarafından yağmalanması sürecinde Türkiye, tıpkı Pakistan gibi, hem yoğun göçün hem de Asya-Avrupa- Afrika’dan “cihat” için gelen grupların ana güzergahı olarak kullanıldı. NATO’nun iç savaşı olabildiğince uzatıp nihai kertede Esad rejimini devirmeye endeksli stratejisi ile uyumlu hariciye politikamız, vehhabi eğilimli bu paramiliter grupların hem semirmesine hem de Suriye’yi adeta bir garnizon gibi kullanmasına göz yumdu. ABD-İngiliz istihbarat şebekelerinin ve onların bölgesel taşeronları (Suud-Katar-Ürdün-Türkiye)’nın sevk ve idaresinde palazlanan onlarca ne idiğü belirsiz örgüt burnumuzun dibinde cirit atmaya başladı. Nihayetinde rejim devrildi ve bu örgütlerin bağlı olduğu çatı (HTŞ) iktidar oldu. Bu çatının, tıpkı Körfez Emirlikleri gibi, “beyaz adamın memuru” olduğu gerçeğini anlamak için şimdiye kadar emperyalist-sömürgeci-kapitalist-siyonist ittifakla nasıl iş tuttuğuna bakmak kafidir.
Şu sıralar Suriye’nin yeni egemenlerine uluslar arası meşruiyet sağlama çabasında küresel sistem. Şirketokrasi kültürüne tam teslimiyet beyan eden neo-selefi/ vehhabi kadrolar ödül olarak BM çatısı altında ağırlandılar ve sistemin efendilerinin teveccühüne mazhar oldular. Türkiye ve Katar’ın hususi girişimleri eşliğinde gerçekleşen bu hüsn-ü kabul zımnen “biat et rahat et” mesajını içeriyordu.”Beyaz Adam” sosyalist baas rejimlerinden alamadıklarını ve/ veya onlara yaptıramadıklarını “basiretsiz dindarlardan” kolayca alabileceğini/ yaptırabileceğini keşfetmişti. 19 eylül 2025 Cuma günü İstanbul’da “ajan devşirme programını” açıklayan İngiliz dış istihbarat servisi MI6’nın şefi Richard Moore, HTŞ ile Esad devrilmeden iki yıl önce temasta olduklarını itiraf ederek bu temasın yeni Suriye’nin inşasında İngiltere’ye sunduğu avantajlardan bahsetti. ( bkz. https: //www. gov. uk/ government/speeches/speech-by-sir-richard-moore-chief-of-sis-19-september-2025)
İsrail’in Ortadoğu’da “karşı konulamaz güç” olmasını sağlamaya dönük yeni dizayn sürecine Türkiye’nin sunduğu katkı olağanüstüdür. Ancak ilginç ve bir o kadar da ironik olan şudur ki Türkiye, sanki Suriye’deki iç savaşın palazlanmasına destek vermemiş ve İsrail’e (1948’den bu yana hayalini kurduğu ) en büyük hediyeyi altın tepside sunmamış gibi bölgede oluşan otorite boşluğundan kaynaklı kaotik gerçekliği yadırgıyor ve şikayet ediyor. Halbuki benzerini daha önce Irak ve Lübnan’da gördüğümüz etnisite-mezhep eksenli “kırılgan otonomiler” den oluşan bu yeni gerçeklik, NATO paktıyla yıllara sari ittifakımızın üzerimize yüklediği sorumluluğu yerine getirme iştiyakımızın sonucudur. Her otonom yapı küresel ve bölgesel bir himaye edicinin gölgesine sığınıyor. Türkiye’yi en çok endişelendiren PYD/SDG ise hem küresel sistemin en güçlü figürünü (ABD’yi) arkasına almanın rahatlığı hem Ortadoğu’nun “karşı konulamaz gücü” olmaya en yakın aday İsrail’le kurduğu yakın temas hem de ideolojik-siyasi-bürokratik-akademik örgütlenme kabiliyeti ve formasyonu itibariyle Suriye’nin geleceğine en çok etki edecek organizasyon gibi görünüyor. ”Beyaz Adam” kendisine biat edenleri ödüllendiriyor…
Suriye’nin istikrarsızlaştırılması sonrası Türkiye’nin yaşadıklarıyla, Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgali sonrası Pakistan’ın yaşadıkları arasında benzerlikler var. Binaenaleyh 2011’den itibaren Türkiye’nin “Pakistanlaştırılmaya” çalışıldığını söylemek (herhalde) abartı olmaz. Afganistan-Sovyetler savaşında Pakistan devlet başkanı Ziya-ül Hak, Mevdudi’nin öncülüğünde kurulan Cemaati İslami’nin desteğini de arkasına alarak, Sovyetlerin mağlubiyeti için ABD’yle birlikte hareket ederken, ülkede güvenlik-istihbarat-savunma bürokrasisinin eli olağanüstü güçlendi. Türkiye’nin Suriye politikasını anlamak için Ziya-ül Hak’ın yerine Tayyip Erdoğan’ı, Cemaati İslami’nin yerine de dindar havzaları/cemaatleri koyduğumuzda sözünü ettiğim benzerlik daha da belirginleşir.
Suriye’nin istikrarsızlaştırılması sürecinde Türkiye, ABD-İngiltere-Suud-Katar hattıyla birlikte hareket ederek emperyalist dizayn operasyonuna müzaheret etti. Ancak gelinen noktada birçok güvenlik problemini de kucağında buldu. Bu durum (zorunlu olarak) siyaseti-bürokrasiyi-medyayı-eğitimi-akademiyi askerileştirdi. Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesiminin silahlanma şevki ile Suriye-Irak havzasının istikrarsızlığı birleşince Türkiye, güvenlik-istihbarat odaklı modele (yani örneğine Ortadoğu’da ve Asya’da çokça rastladığımız muhaberat rejimine) geçiş yaptı. Yakın tarihimizdeki komitacı eğilimler bu geçişi kolaylaştıran bir rol oynadı.
Muhaberat rejimleri mürai üretim merkezleri gibi çalışırlar. Şekli dindarlığı (ya da öndere/ başkana/führere abartılı saygıyı) yüceltir, ilmi-entelektüel yetkinliği boğar, toplumun örgütlü/ teşkilatlı mücadelesinden korkarlar. Yetişmiş insanlarını ellerinde tutamazlar. Bu rejimler (halkı Müslüman beldelerin çoğunda olduğu gibi) ferdiyet bilincini katlettikleri için toplumsal bünyeyi çürütür, millet olma şuurunu zaafa uğratır, siyasi-iktisadi-hukuki-akademik tekamülün önünü keser, nihai kertede ise emperyalist-sömürgeci-kapitalist haydutlar tarafından belirlenen statükonun gönüllü hizmetkarı olmaya teşne bir sosyal gerçeklik yaratırlar. Meşruiyetlerini halktan değil küresel sistemin efendilerinden alırlar.
Türkiye-Mısır-Körfez Emirlikleri gibi muhaberat rejimlerinin işbirliği yapacak kıvama gelmesi “beyaz adamın” rızasına ve beklentilerine uygundur. Bu işbirliğinin muhtemel en belirgin sonucu ise modern paradigmanın judeo-hıristiyan kodlarını deşifre eden, kavramsal ve kurumsal meşruiyetini sarsan Gazze Direnişi’nin/Aksa Tufanı’nın (ve bu direnişin Hamas başta olmak üzere diğer faillerinin) El-Fetihleştirilmesi olacaktır. Böylece Kudüs/ Filistin meselesi ulusal-yerel-lokal-milli bir bağlama hapsedilerek itikadi derinliğinden koparılacaktır. Bu bağlamda 29-30 Temmuz 2025 tarihinde Suud ve Fransa’nın BM’deki temsilcileri tarafından hazırlanan ve aralarında Türkiye-Mısır-Endonezya-Ürdün-Katar gibi halkı Müslüman devletlerin de olduğu 19 ülke tarafından imzalanan New York Bildirisi, sömürgeci- ırkçı-siyonist barbarlığa karşı tüm insanlık adına mücadele eden/direnen Gazze’nin (Hamas’ın) diplomatik usullerle cezalandırılmasından başka bir şey değildir.
Türkiye’nin böyle bir cezalandırma eylemine ortak olması sadece büyük bir utanç değil, aynı zamanda adalet-hakkaniyet-onur-haysiyet-şeref gibi insanı insan kılan değerlerin pörsümesine /aşınmasına/tarumar edilmesine katkı sunmaktır. 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde verdiği İstiklal Harbi ile sınırlarının cetvelle çizilmesine razı olmayan Türkiye’nin bugün aynı mücadeleyi veren insanlara ( Gazze’ye / Hamas’a/Filistin’e) “teslim ol” manasına gelen bir öneriyle gitmesi kendi tarihine hakarettir.
Metinde yer alan “iki devletli çözüm” yaklaşımı öteden beri Türkiye’nin de kabul ettiği bir çerçeveyi işaret ediyor maalesef … Bu yaklaşım İsrail’in hem mevcudiyetini hem meşruiyetini hem de 1967 altı gün savaşı öncesi elde ettiği (aslında işgal ettiği) sınırları kabul etmek/ onaylamak demek. Anlıyoruz ki Siyonist barbarlığın varlığı ve meşruiyeti tartışma dışı tutuluyor. Bu durumda “nehirden denize özgür Filistin” söylemi rafa kaldırılmış oluyor. Buna rağmen New York Bildirisini İsrail’in kabul edeceğini düşünmek siyonizmi tanımamak demektir. Çünkü 1967 öncesi sınırlarından çok daha fazlasını elde etti… Hatta şimdilerde Suriye’nin güneyinde Golan’a ilaveten yeni tampon bölge/ler inşası söz konusu…Halkı Müslüman ülkeler bu kadar acizken İsrail bu bildiriyi neden kabul etsin ya da ciddiye alsın?
Siyonist barbarlıkla aziz direnişi, insanlık düşmanı İsrail ile haysiyet mücadelesi veren Gazze ’yi / Hamas’ı aynı bağlamda ele alan (sanki birbirinin muadili eylemlerde bulunmuşlar gibi zehirli bir dil kullanan) bu çirkin metnin altına imza atmak tüm evrensel insani değerlerden sarfınazar etmek anlamına gelir. İsrail’in izni olmadan Gazze’ye bebek maması bile sokamayanların, şeytana papucunu ters giydiren diplomat kılıklı zalimlerin karşısında direnişin onurunu savunmalarını beklemek safdillik olurdu zaten…
Tarih, hamasetin/popülizmin gölgesine sığınarak (gösterişli yalanlarla) aldatılmaya müsait insanları aldatan liderleri kaydettiği gibi acı gerçeklerle cesaretle yüzleşip bütün imkanlarıyla direnişin yanında saf tutanları da kaydediyor… Aldatılmaya müsait olmak, niteliksizliğin egemenliğine sessiz kalmanın sonucudur.
Muhaberat rejim/ler/inin en mahir oldukları alan illüzyon olduğu için Türkiye, iktisadi-siyasi-akademik-hukuki fukaralığın iç bünyede yarattığı tahribatı göremiyor. Görkemli-gösterişli savunma sanayisiyle büyülenerek daha da “ileri” gitmeye çabalarken, nükleer silaha sahip olduğu halde “beyaz adam”ın hegemonyasına boyun eğmekten kurtul /a/ mayan Pakistan’ın izinden gittiğinin farkında değil… NATO paktının sadık bir üyesi/ temsilcisi olarak kaldığı sürece askeri endüstri alanında elde ettiği kazanımlarını nerede nasıl kullanacağına karar verme iradesinin kendisine ait olmayabileceği gerçeğini idrak edemiyor. Sadece Suriye örneği bile Türkiye’nin askeri kabiliyetlerinin sömürgeci-emperyalist-siyonist emeller doğrultusunda nasıl kullanıldığını görmek için yeterlidir. Doğu-Batı emperyalizmi arasında tenis topu olmaktansa, haysiyetli yaşamanın lezzetini tatmak için millet olma şuurunun inşa ve ikamesi uğruna ceht etmek daha saygın ve (hiç kuşkusuz) daha insancadır.
KAYNAK: https://farklibakis.net/