Yeni sömürgecilik, alt-üst kimlik tartışmaları arasında Kürtler ve devletleşme talebi

 

 

 

 

Naci HANPOLAT

 

İnsanoğlu olarak her şeyi olduğundan daha zorlaştırmakta üstümüze yok. Hayatın doğal akışı gereği insanlar ve toplumlar dönem dönem çeşitli sıkıntılarla karşı karşıya kalırlar ve bu sıkıntılar el birliği-güç birliği ile karşılandığında bedeli bazen düşük bazen yüksek de olsa genelde üstesinden gelinir ve tarih akıp gitmeye devam eder.

 

İnsanoğlunun aç gözlülüğü, hasedi, kibri, kendisi için istediğini başkasından esirgemek, başkasına ait olana göz koymak ve onu elde etmeye çalışmak gibi Şeytani özellikleri kişisel planda da sosyal ve toplumsal planda da çatışmaların, ayrışmaların, savaşlar ve sömürünün temelini oluşturur.

 

Normalde Yüce Yaradan tarafından herkesin ihtiyacını karşılayacak şekilde var edilmiş Dünya ve içindekiler, insanoğlunun bu aç gözlülüğü ve zalimliği nedeniyle malın-mülkün-varlığın belli insanlar tarafından hileyle, zor kullanılarak veya birilerinin iyi niyetleri istismar edilmek suretiyle tekelleştiriliyor ve gerek ülke çapında gerekse de dünya çapında büyük bir gelir dengesizliğine ve aynı zamanda sosyal-siyasal sömürüye yol açıyor.

 

Sömürgeciliğin kaba işgal, zorla ülkeleri ele geçirme, halkını esir alma, köleleştirme dönemi 20. Yüzyılın ikinci yarısı ile beraber yerini ekonomik-kültürel-sosyal sömürgeciliğe bıraktı. Emperyal güçler geçmiş dönem sömürgeciliğinden elde ettikleri devasa kapital ve her sahada biriktirilmiş zenginliğin verdiği güçle hem şiir, edebiyat, sinema, tiyatro alanında hem de hayatı kolaylaştıran ve tüketimi teşvik eden buluşların itici gücüyle geçmişte zorla sömürgeleştirilen toplumları bu kez gönüllü köleliğe razı hale getirdiler.

 

Bugün İslam toplumlarında ve 3.Dünya Ülkeleri diye tabir edilen dünyanın birçok ülkesinde insanların zihinleri kültürel ve sosyal emperyalizm tarafından esir alınmış durumda.

 

Modern sömürgecilik ve kapitalizm ilişkisine dair muhabbeti çok uzatmadan ülkemiz gerçeğine dönecek olursak Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisi olan Kemalizm de bu dönüşen ve kendini şartlara göre geliştiren emperyalizmin İslam toplumlarına musallat etiği Ba’as ideolojisi, İran’a empoze ettiği Sasani/Pers milliyetçiliği ve Mısır’a empoze ettiği Kıpti/Firavuni eski Mısırcılık gibi toplumu gönüllü köleliğe razı etme programından başka bir sonuç yaratmadı.

 

Gönüllü sömürge olma hali hayatın her alanına farklı müdahaleler gerektiren zorba bir politikayı gerekli kılıyor. Bu zorbalık ekonomi ve ülkesel kalkınma alanında yaşanan başarısızlıklar ve alt-üst oluşların dışında sosyal alanda da yine temeli kıskançlık-haset-kibir-açgözlülük olan bir ırkçılık-kavmiyetçilik sapmasına dönüşebiliyor. Kendi kavmini-ulusunu-aşiretini-klanını-ailesini yücelten, muhataplarından üstün olduklarına dair bir inanış ve buna dayalı tezler geliştiren bir anlayış var ediliyor ve küçümsenen, hor görülen muhatap kişi veya topluluk, hem ‘kendisinin tercih etmediği, Yaradan tarafından kader planında kendisi için uygun görülen’ alt kimliği dolayısıyla aşağılanıyor, horlanıyor, malına-mülküne-şerefine-bazen namusuna ve çoğunlukla Allah’ın verdiği alt kimliğine saldırılarak köleleştirilmek, kişiliksizleştirilmek ve sömürgeleştirilmek isteniyor.

 

ALT KİMLİK-ÜST KİMLİK-ESAS KİMLİK

 

Normalde insanların kendi seçmedikleri, Allah tarafından takdir edilen şekliyle içine doğdukları aile-anne-babaları, varsa aşiret, şehir ve ülkeleri gibi aidiyetleri biz alt kimlik olarak tanımlıyoruz. Bunlar kişinin kendini içinde bulduğu ve en doğal haliyle doğduğu yere göre tanımlandıkları ve birbirlerini tanımaya-tanışmaya matuf nitelemeler aslında. Kişinin kavmi, dili, kültürü, adet ve gelenekleri bu kimliğinin birer parçası durumundadır.

 

Kişiyi gerçekte tanımlayan şey, onun kendi iradesi ile seçebildiği veya ret edebildiği bir değer olmalıdır. Kişinin mensubu olduğu aile, aşiret veya kavmin ona verdiği kimlik onun tercih ederek edindiği bir kimlik değildir. Yüce Allah bu kimlikleri “insanlar birbirini tanıyabilsinler diye kavim ve kabileler şeklinde yarattık” diye tanımlıyor. Dolayısıyla Türk, Kürt, Arap, Rus, İngiliz, Fars gibi kişinin etnik aidiyetini ifade eden kimlikler, İslam nezdinde birer alt kimliktirler. Devletlerin vatandaşlık tanımı altında kendi etnik kimliklerini bir üst kimlik olarak niteleyip örneğin “Türkiye’de yaşayan ve devlete vatandaşlık bağı ile bağlanan herkes Türk’tür” ifadesi veya “Rusya’da, İngiltere’de, Fransa’da yaşayan ve devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Rus’tur, İngiliz’dir veya Fransız’dır” gibi ifadeler bu etnik kimlikleri üst kimlik olmaya taşımaz çünkü haddizatında bu tanımlamaların kendileri de birer etnik toplumu tanımlamaktadır.

 

Tarihsel süreçlerde bazı alt kimlikler öne çıkmış ve bir takım başka alt kimlikleri içinde eritmiş olabilir. Örneğin Rus, Türk, İngiliz, Fransız ve kısmen Çin bu anlamda alt kimlik tanımını bir başat kimlik olmaya doğru geliştiren toplumlar ama bunlar aynı zamanda birer eski imparatorluk. Bugün de bu ülkelerin tarihi başkentleri birer imparatorluk bakiyesi olarak tarihte temas halinde oldukları halklar için birer cazibe merkezi durumundalar. Fakat İspanyol ve Fransızların Katalonlarla, İngilizlerin İrlandalılarla ve Türklerin de Kürtlerle yaşadıkları deneyim bazı ulusların kendilerini başkalarının alt kimliği olarak görülmek istemediklerini gösteriyor. Dolayısıyla hiçbir topluma -şayet kendileri buna razı değillerse- kendi alt kimliğini aslında başkasına ait olan bir alt kimlik içinde eritmek ve adeta onu bir üst kimlik olarak kabul etmeyi empoze etmek doğru değildir.

 

Kişinin İslam’a göre kimliği onun inancıdır. Kişi hangi dine, inanca, ideolojiye, düşünce sistemine inanıyorsa, iman ediyorsa kişi o inandığı şeyin mensubudur. Örneğin Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de Müslümanlar için şöyle buyuruyor:

 

Allah adına gerektiği gibi cihad edin. O sizi seçmiş, babanız İbrahim'in de dini olan bu dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır. Daha önce (ki Kitaplarda) ve Kur'an'da, peygamberin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için size Müslüman adını veren O'dur.” Hacc, 78

 

Yüce Allah, bu anlamda insanoğlunun sahip olduğu bu tanımlamalar-kimlikler üzerinden birbirlerine karşı üstünlük iddia etme, birinin diğerinin hakkına göz koyması veya gasp etmesini yasaklamakta ve Habil-Kabil çatışmasından başlayarak insanlar arasında üstünlüğün ancak ‘Taqwa-Takva’ yani Allah’a ne kadar doğru teslim oldukları ile ölçülebileceği kuralını koymaktadır.

 

Kürtlerin hakları için mücadele etmeleri ırkçılık mıdır?

 

Dili, kültürü dolayısıyla alt kimliği baskılanan kişinin Allah’ın kendilerine bahşetmiş olduğu doğal haklarını savunmaları elbette ırkçılık veya faşizm değildir. O bir hak savunusu, bir varoluş kavgası, Allah’ın “ayet yani işaret-delil” diye tanımladığı bir olgunun hakikatini gerçekleştirme mücadelesidir ama eğer bu başka bir ırka-kavme-etnisiteye karşı bir tepkisellikle aşırıya kaçarsa, kendini yüceltme, başkasını aşağılama veya birilerinin hataları-yanlışları yüzünden tüm bir halkı etiketleme, düşman bellemeye dönüşürse o zaman bu meşru sınırları aşmış saldırgan bir faşizme dönüşür. Hele İslam’a, Müslümanlara ait her değere düşman olduğunu dillendirmekten çekinmeyen ve bu doğrultuda Dünya çapında faaliyet yürütenlerle dostluğa, dayanışmaya bir kılıf olarak kullanılırsa o zaman bu tutum masumiyetten zalimliğe geçişin, sömürge olmaktan sömürgeciye payanda olmaya dönüşümün bir başka hali olur.

 

Cumhuriyetin kuruluşunda İslami değerleri aşağılayan, toplumu dinden ve dini değerlerden uzaklaştırmaya çabalayan bir politika izlendi ve adeta Kemalizm, toplumsal mühendislik yöntemleri ile bir din olarak topluma benimsetilmek istendi. Bu emperyal proje inanç ve kültür planında zorbalıkla yürütülürken sosyal planda da azınlıklara karşı baskıcı ve ayrımcı bir söylem tutturdu.

 

Özellikle ‘sonradan saçma olduğu bizzat kendi sahipleri tarafından kabul edilen’ teorilerle en büyük ikinci etnik nüfusa sahip olan Kürtler‘in varlığı inkâr edilerek, Kürtçe-Kürtlerin yaşadığı bölgelerin yer adları v.s. gibi Kürtlüğe dair tüm doğal varoluşlar inkâr-asimilasyon ve zorla yerinden etme politikaları ve katliamlarla yok edilmeye çalışıldı.

 

Tabi güneşin balçıkla sıvanamayacağı gerçeği gibi bu İngiliz yapımı sosyal-toplumsal proje de 1960’lardan sonra teklemeye başladı ve yaşatılan acılar Kürtler arasında değişik fraksiyonların öncülüğünde bir karşı duruşu, bir kalkışma ve ayaklanmayı beraberinde getirdi.

 

Sonrası malum, önceleri değişik örgütlerce sahada sahiplenilen Kürt sorunu zaman içinde PKK’nin -artık bugün netleşen haliyle devlet birimlerinin de yardımıyla- diğer örgütleri bertaraf etmesi ve sahada mücadele veren tek örgüt olarak kalmasıyla kanlı bir toplumsal travmaya dönüştü.

 

PKK, malum Bahçeli’nin startını verdiği yeni süreç sonucunda Öcalan’ın çağrısı ile silahlı mücadeleye son verdiğini açıkladı. Taraflardan gelen açıklamalardan bunun taktiksel bir adım olmadığı, bu kararın hareketin bundan sonraki yürüyüşünde stratejik bir dönüşüm anlamına geldiğini gösteriyor.

 

Anlaşılan o ki bir yandan Türkiye, bir yandan PKK ve bir yandan da hem küresel hem de IRAK-Suriye gibi bölgesel güçler Kürt sorununun PKK ayağını artık bir sorun olmakta çıkarma ve Türkiye siyasal hayatına meşru ve legal bir hareket olarak eklemlemede karar vermiş görünüyorlar. Bu, doğrusu hem Türkiye hem de Kürtler için hayırlı olan adıma Küresel güçler nasıl oldu da razı oldu sorusunun cevabını konuyla ilgili daha önceki bir yazımızda cevaplamaya çalışmıştık.

 

Şimdi asıl sorun Türkiye’nin hem İslami hem de insani olarak çoktan atılması gereken adımları atma konusunda ne kadar dirayetli ve hazır olduğu sorusu. Kürt sorununun bir sorun olarak ülke gündeminden hatta bölge gündeminden çıkarılması isteniyorsa -ki amaç bu olmalıdır- anayasa, yasa ve yönetmelikler bazında ayrımcılık içeren tüm maddeler gözden geçirilmeli ve Allah’ın insanlar için tayin ettiği en doğal (sosyal-kültürel-siyasi) haklar tartışma konusu olmadan en doğru ve adil bir şekilde yeniden düzenlenmelidir.

 

Bu elbette bir süreç işidir, zamana yayılacaktır ve süreç boyunca kötü niyetliler-satın alınmışlar-travmalarınca esir alınmışlar tarafından türlü nedenlerle akamete uğratılmaya çalışılacaktır ama başta görünen görünmeyen taraflarıyla Türkiye devleti olmak üzere tüm taraflar samimi olarak bu sorunu çözmeyi, ülkemiz ve bölgemizi ayrıştıran, bölen, fitne ve fesada davetiye çıkaran bu yarayı kapatmayı can u gönülden istemelidirler.

 

Türkiye bölünmeye mi çalışılıyor?

 

Yeni süreçle ilgili Türk tarafı adına konuşup bu açılımın Türkiye’yi bölünmeye götüreceği, emperyalistlerin Kürtler üzerinden Türkiye’yi parçalamak istediği şeklinde dile getirilen bir söyleme şahit oluyoruz. Bu söylem sahiplerinin kimilerinin gerçekten buna inandığı ama çoğunun Kürtleri aslında eşit vatandaşlar olarak görmek istemeyen, ırkçı- faşist- kendini üstün gören bir anlayışın temsilcileri olduğunu değerlendiriyoruz. Bu bakış ile ilgili şunları söyleyebiliriz:

 

İnsan sırf Türk veya başka bir ulustan olduğu için üstün olmaz. Buna inanan bir kişi eğer cehaletinden söylemiyorsa Müslüman olamaz. Kişinin kavmi, aşireti, ulusu onun için bir üstünlük sebebi olamaz ya da ona başkaları üzerinde söz sahibi olma hakkı vermez. Üstünlük, maddi planda ilimde, teknolojide, kültürde, edebiyatta, ekonomide sahip olduğunuz güçle orantılıdır ama dini-düşünsel planda bunların dayanması gereken temel Takva-Salih amel ve Güzel ahlaktır.

 

Türkiye’yi bölme iddialarına gelince, asıl Türkiye’yi bölecek olan şey Kürtlere karşı geliştirilen eski politikalardır. Siz bu politikalarla bırakın Kürtleri kendi gençlerinizi, kadınlarınızı, bilim adamlarınızı, sağlıkçılarınızı bile ülkede tutmakta güçlük çekiyorsunuz. Gidebilen, gitme imkânı bulan daha iyi ekonomik koşullara sahip olacağını düşündüğü ülkelere göç etmek istiyor. Avrupa’da şu an sayıları 6-7 milyonu bulan Türkiyeli neden oralara gitti sanıyorsunuz?

 

Eğer Türkiye bölünmesin, bir ve bütün kalsın hatta daha da büyüsün istiyorsanız Kürtleri de kurucu bir halk olarak anayasal bağlamda tanımlar ve Türkiye’yi sadece Türklerin değil, aynı zamanda Kürtlerin, Arapların ve diğer etnisitelerin ülkesi haline getirmiş olursunuz.

 

Klavye devrimcileri/Salon Kürtçüleri ve Suriye’de Kürt sorunu

 

Kürtler adına konuşan ve PKK’nin silah bırakma kararına ikircikli yaklaşan, umudunu Suriye’de İsrail tarafından desteklenecek bağımsız bir Kürdistan’a bağlamış olan çoğu Avrupa’da yaşayan salon ya da klavye devrimcilerine gelince; SDG fiili lideri Mazlum Abdi ile Ahmad Al-Şaraa’nın görüşmeleri, SDG’nin Suriye içinde özerk bir yapı olması ve silahlı güçlerinin de Suriye ordusuna -gerek kendi varlıklarını koruyarak veya gerekse de eriyerek- entegre olmaları gibi ihtimaller gündeme geldikçe hop oturup hop kalkıyorlar ve oturdukları yerden hem PKK’ya hem de SDG’ye yön vermeye, süreci kendilerince manipüle etmeye çalışıyorlar.

 

Bizce Suriye’nin kurtuluşu gerçek bir anti emperyalist İslam Cumhuriyeti olarak kendini var etmesindedir ve böyle bir İslami şekillenmede Kürtlerin, Nusayrilerin ve Dürzilerin kendilerine ait özerk bölgelere sahip olmalarında, kendi yerel parlamentoları ve resmi dil olarak merkezi hükümetin dili yanında kendi dillerini de kullanmalarında hiçbir sakınca yoktur. Müslüman olanların İslam’a göre ve olmayanların da kendi inanışlarına göre yaşama hakları İslam tarafından yüzyıllar önceden tanımlanmıştır. Özerk bölgeler ihanet içinde olmadıkları, ülke savunmasında, dış ilişkilerde ve merkezi ekonomik kararlarda merkezi hükümete sadık kaldıkları sürece bu yapı İslam’a ve adalete en uygun yapıdır.

 

Mevcut Suriye yönetimi henüz İslamilik anlamında kendisini nereye oturtuyor emin değiliz ama ABD ve AB Emperyalistleri ile ilişkileri, İsrail’e ilişkin Suudilerin bile hala imzalamaya tereddüt ettikleri ‘İbrahim Anlaşmaları’na şartsız dahil olabileceklerine dair basına yansıyan yetkililerin ifadeleri ve ülke içi kimi uygulamalar şüpheleri arttırmakla birlikte ülkenin bölünmemesi ve Kürtlerin tüm haklarına olması gerektiği gibi sahip olmasının sağlanması da başlı başına önemli bir kazanım olacaktır.

 

Kürtler bir devlet sahibi olmasın mı?

 

Eğer soru; “Arapların yirmiden fazla devletleri var, nüfusu 2-3 milyonu zor bulan kaç tane Arap Ülkesi var. Türklerin, Farsların, Azerilerin, Türkmen-Kırgız-Kazakların devletleri var. Nüfusu toplamda 40 milyonu geçen Kürtlerin neden bir devleti olmasın” şeklinde soruluyorsa bu soruya ilkesel bazda verilecek cevap elbette “evet, Kürtlerin de bir devletlerinin olması lazım” olacaktır.

 

Fakat sorun bu kadar düz ve basit değil. Bir kere bugün Kürtlerin yaşadığı coğrafyaların dört ülke arasında bölünmüş olmasının müsebbibi bugün yine kimi Kürtlerin medet umduğu emperyalist ülkelerdir.

 

Malum Türkiye ve Ortadoğu haritası şekillenirken o günün küresel güçleri olan İngiltere ve Fransa’nın belirlediği sınırlar dikkate alındı. Türkiye’nin başına örülen Kemalizm ideolojisi ve Ortadoğu’da oluşturulan devlet/devletçikler özellikle İngiltere’nin bölgeyi rahat yönetebileceği ve ilerde kendilerine tehdit oluşmasına imkân bırakmayacağı bir öngörü üzerine kuruldu ve ustalıkla yönetilip bugünlere kadar getirildi. Bugün yine onlar yüz yıl önceki planın devamı olarak bölgede BÜYÜK İSRAİL yaratmak için haritaları yeniden şekillendirmek istiyorlar. Bunu yaparken de bölgede akıtıyor oldukları kan ve gözyaşının, yok edilen nesiller ve ülkelerin on yıllarca oluşturduğu alt yapıların bombalanmasının ise onlar nezdinde bir önemi yok. Onlar için bölgemizde yaşanan ölümler sadece birer istatistikten ibaret. Yok edilen altyapı ise Batı sermayesi için yeni iş ve yatırım olanakları yaratan birer iş alanı.

 

“Kürdün Kürtten başka dostu yok” veya “Düşmanımın düşmanı benim dostumdur”

 

Böyle bir konjonktürde “20.YY başında Türklerin ve Arapların bize yaptıklarının intikamını almak için bize fırsat doğdu. O zaman bize devlet kurdurmayan İngiltere ve Fransa, bugün ABD ile birlikte bize altın tepside bir devlet vermek üzereler. Biz, bize dostluk göstermemiş bilakis bizi on yıllarca yok saymış, her türlü kötü muameleyi reva görmüş devletlerin kaygısına neden ortak olalım, varsın bize devlet vermek isteyenler Irak’ı, Afganistan’ı, Suriye’yi yakıp yok etsin, varsın İsrail Filistinlilere 75 yıldır kan kustursun, Gazze’de dünyanın gözleri önünde “canlı bir soykırım”ı tüm dünyaya izlete izlete uygulasın, önemli değil. Önemli olan onların bize uzattığı dostluk elidir” düşüncesi ile Kürtlerin içinde yaşadıkları IRAK, SURİYE ve TÜRKİYE’ye entegre olmalarına karşı çıkan hatta bu devletler ile ilgili her iyi gelişmeyi kendileri için tehdit sayan sakat, akıl değil duygu kaynaklı veya satılmış bir ruh haline dayanan bir düşünce-eğilim-fikir var.

 

Müslüman olanların böyle bir fikri zaten savunabilecekleri bir İslami zemin yok, Müslüman olmayanlar ile adı Müslüman olup da DİN’in hayatlarında bir etki sahibi olmadığı insanlar için de söyleyeceğimiz şey şudur:

 

Başta İsrail olmak üzere şu an dünyanın en büyük küresel gücü olan ABD ve müttefikleri İngiltere, Fransa ve birtakım onların dümen suyunda giden ülkeler için Ortadoğu halkları hep ikinci sınıf insanlar olmuş ve buraları sürekli birbiri ile meşgul edip kafalarına kaldırmalarına fırsat vermeden sömürmenin arayışı içinde olmuşlardır. Bunlar kendini inkâr eden, kendi içinden çıktığı dine, kültüre düşmanlık eden içimizden çıkan hainleri bile günü geldiğinde, işleri bittiğinde “Müslüman kökenli” diye mahkûm edecek ve yok edecek bir anlayıştadırlar. Bu duruma örnek olarak yakın zamanda yaşanan Bosna Savaşı’nı ve Afganistan’ı örnek verebiliriz.

 

Unutmayalım İsrail ve ABD’deki Yahudi Lobisi – ki dünyada gelişmiş ülkelerin tamamında etkili ve söz sahibidirler-, toplamda tüm Müslümanlara ama özelde Filistin’e /Gazze’ye karşı yürütülen savaşın “insansı hayvanlara” karşı yürütülen bir savaş olduğunu, bu savaşın aydınlık ile karanlık arasında bir çatışma olduğunu ve kendilerinin tüm Batı değerleri adına bu savaşımı vermekte olduklarını açık açık söylemekten çekinmiyorlar.

 

Siyonist / Evangelist manyaklar şu an Irak ve Suriye’yi kendilerine bir engel olma potansiyelinden düşürdüler. Suudi Arabistan, Mısır, BAE, Ürdün gibi ülkeler şimdilik kontrol altında ama oralarda da her ihtimale karşı hazırlıkları var. Hedefte önce İran ardından şayet başarılı olurlarsa Türkiye var. Eğer olur da planları tutar ve hem İran’ı hem de Türkiye’yi İsrail’e karşı bir tehdit olma potansiyelinden düşürürlerse geride kalan tüm ülkeler – yeni kurulacak olan Kürdistan da dahil- bir yüzyıl daha Siyonizm’in ve Küresel emperyalizmin boyunduruğu altında yaşayacaktır.

 

Gelir dağılımında adaletsizlik, toplumsal yoksulluk, malların ve kapitalin belli ellerde temerküz ettiği vahşi kapitalist bir ekonomi, ahlaki çöküş, nüfus kontrolü ve toplumsal cinsiyetçi politikalarla neslin çürütülmesi, din ve dini değerlerin aşağılanması v.s. gibi halihazırda çoğunu yaşamakta olduğumuz fesada ve tuğyana dayalı düzen böylece bir yüzyıl daha devam edecek.

 

Dolayısıyla olay sadece etnik bir ulusun ulusal bazda haklarını elde etmesi meselesi değil, olay adil-ahlaki-insani bir düzeni inşa yolunda doğru adımlar atılması veya buna giden yola döşenen engellerin yoldan temizlenmesidir.

 

Bu nedenle Türklerle Kürtlerin yanlarına Arapları ve irili ufaklı Müslim-Gayrı Müslim azınlıkları da alarak kuracakları bir birlik hem tek tek kendi halklarına hem bölge halklarına hem de tüm dünyaya yeni ve imrenilesi güzel bir örneklik oluşturacak, kabaca yüz elli yıldır bölgemizde akıtılmakta olan kan ve gözyaşına bir son verecek ve KUDÜS-Ü ŞERİF- MESCİD-İ NEBİ ile KA’BE-İ MUAZZAMA tekrar özgür olacaktır inşallah.

 

Vesselam…

 

 

 

Özet
:
Naci HANPOLAT: Normalde insanların kendi seçmedikleri, Allah tarafından takdir edilen şekliyle içine doğdukları aile-anne-babaları, varsa aşiret, şehir ve ülkeleri gibi aidiyetleri biz alt kimlik olarak tanımlıyoruz. Bunlar kişinin kendini içinde bulduğu ve en doğal haliyle doğduğu yere göre tanımlandıkları ve birbirlerini tanımaya-tanışmaya matuf nitelemeler aslında. Kişinin kavmi, dili, kültürü, adet ve gelenekleri bu kimliğinin birer parçası durumundadır.
Resim
Türkçe
X