Yeni süreç, PKK'nin silah bırakması, engeller ve imkanlar

 

 

 

 

Kürt sorununda yeni süreç, sonunda PKK’nin silah bıraktığını açıklamasıyla tarihi bir dönüm noktasına evrildi. Bahçeli’nin DEM’lilerle el sıkışması ve ardından Öcalan ile ilgili ifadelerinin tetiklediği yeni süreç, bu tür toplumsal çatışma süreçlerinin doğasında olduğu gibi muhtemelen bir süredir (bir yıl veya birkaç yıldır) alttan alta yürütülen çalışmalarla olgunlaştırılıyordu ve Bahçeli’nin açıklaması ile ilan edilme aşamasına gelmişti. Sürecin hızlı ilerlemesi ve ilginçtir içerdeki ve dışardaki fitne odaklarının birkaç zayıf teşebbüsü dışında herhangi bir akamete de uğramaması sürecin buralara gelmesine imkân tanıdı.

 

 

Dün açıklanan PKK 12.Kongresinin aldığı kararlar ve bu karara dayanak olarak sunduğu argümanlar ile Bahçeli’nin bu karara binaen yayınladığı açıklamasındaki kimi ifadeler tarafların bu aşamaya gelmeye neden ihtiyaç duyduklarına dair temel bazı noktalarda mutabık oldukları ve tarihin aynı tarafında durmayı önemsediklerini gösteriyor.

 

 

PKK açıklamasındaki şu ifadeler dikkat çekicidir:

 

 

3. Dünya Savaşı kapsamında Ortadoğu’da yaşanan güncel gelişmeler de Kürt-Türk ilişkilerini yeniden düzenlemeyi kaçınılmaz kılmaktadır.

 

 

Uluslararası güçleri halkımıza yönelik yürütülen yüzyıllık soykırım politikalarındaki sorumluluklarını görerek demokratik çözüme engel olmamaya ve sürece yapıcı katkılarını sunmaya davet ediyoruz.

 

 

 

Cumhuriyet tarihi boyunca gerçekleşen Kürt isyanları, 1000 yıllık tarihi Kürt-Türk ilişki diyalektiği ve 52 yıllık Önderlik mücadelesi Kürt sorununun ancak Ortak Vatan ve Eşit Yurttaşlık temelinde çözülmesinin kazandıracağını göstermiştir.

 

 

PKK’nin açıklamasındaki bu vurgulara karşılık Bahçeli’nin dün yayınlanan açıklamasında da kullandığı ifadeler yaşanan sürecin sonunda ne tür bir Türkiye’ye ulaşılacağına dair ipuçları verdi.

 

 

Bahçeli “27 Şubat barış ve demokratik toplum çağrısıyla tarihsel sorumluğu üzerine alan PKK’nın kurucu önderi Abdullah Öcalan’a, İmralı-DEM Parti-Kandil arasında temas ve görüşme trafiğini yürüten heyetlere, DEM Parti’nin eş genel başkanlarına, yönetici ve milletvekillerine teşekkür” ederken süreçten ne anlaşılması gerektiğine dair de şu ifadeleri kullanıyor:

 

 

Dünya çapında zincirleme reaksiyon gösteren savaş ve çatışmalar silsilesinin karanlık gölgesi beşeriyet ve coğrafyaları pek çok yönden tahakküm ve tesirine almışken, Türkiye Yüzyılı’nın barış ve huzur uyanışıyla tahkim, taltif ve tarifi muazzam bir atılımın, muhteşem bir tarihsel akışın tescilidir.”

 

 

 

Özellikle İmralı ile DEM Parti ülkemizi kapsamına alan risk ve tehditleri isabetle ve itinayla okumuşlardır.

 

 

Siyasi ve hukuki reformlarla demokrasi ve sivil siyasetin güçlendirilmesinin yanı sıra bin yıllık kardeşliği ve birlikte yaşama iradesini pekiştirip ileriye taşıyacak stratejik ve yasal adımların çatı ve çerçevesinin nasıl belirleneceği ayrıca ele alınmalı, müştereken ve maşeri vicdana muvafık halde tatbik edilmelidir. Barış havası, güvenlik ortamı mutlak surette kalıcı ve gerçekçi olmalıdır.

 

 

Türkiye Cumhuriyeti Devleti elbette asırlara sâri ahlak müktesebatının tasarruf ve taahhüdüyle tarihi bir eşiktedir.

 

 

Her iki açıklamadaki bu ifadeler olayın “PKK teslim oldu, Kürt sorunu bitti” şeklinde basitleştirilen ve aşağılanan basitlikte bir olay olmadığını bilakis ikinci yüzyılına girmekte olan Türkiye’nin geçen yüzyıl başında kendisine giydirilen dar ulusçu, laik, ılımlaştırılmış ve resmi ideoloji tarafından kuşatılmış sahte bir din ve ırk temelli Kemalizm gömleğinden sıyrılıp coğrafyada kendisinden beklenen tarihi rolüne dönmesi anlamına gelebileceğini görmek lazım.

 

 

Ulus devlet olmak ile imparatorluk bakiyesi bir ülke olmak arasında nerede olunması gerektiği tartışmasında objektif değerlendirme, imparatorluk bakiyesi bir ülkenin ulus devlet kıskacına alınamayacağı, alınmaya çalışılırsa da eninde sonunda içine sıkıştırıldığı bu dar gömleğin parçalanacağı gerçeğidir.

 

 

İngiltere, Rusya, Fransa, İran ve Türkiye gibi imparatorluk bakiyesi ülkeler ile günümüzde fiili birer imparatorluğa dönüşmüş ABD ve Çin bu değerlendirmemiz için birer canlı örnek durumundadırlar.

 

 

Emperyalizmin İslam toplumlarını birçok koldan ve yoldan esir almış olması nedeniyle İslam coğrafyası paramparça. Müslümanlar tarihte eşine az rastlanır bir eziklik ve yenilgi yaşıyorlar. Gazze’de yaşananlar bu durumun ne kadar ileri bir noktada olduğunu herkesin bir kez daha görmesini sağladı. Muhtemelen İsrail ve ona koşulsuz destek veren Batı dünyası, İslam dünyasının bu kadar çaresiz olacağını beklemiyor ve savaşın başında gelebilecek tepkilere karşı tetikte bekliyorlardı ama savaş boyunca hem devlet hem de halklar nezdinde ciddi bir tepkinin oluşmadığının görülmesi onları niyetlerini fiiliyata geçirme konusunda daha da cesaretlendirdi.  

 

 

İran ile birlikte İsrail ve ABD’nin bölge planlarına karşı fiili duruş sergileyen direniş cephesi de Yemen hariç aldığı yaralar nedeniyle “elde olanı muhafaza etmek” için bir adım geri çekilmek zorunda kaldı.

 

 

Türkiye’nin 2010’lu yılların başından bu yana ABD ve ortaklarının Ortadoğu planlarına karşı kendi planlarını geliştirmek istemesi, hesabına geldiği yerlerde onlarla birlikte yürürken gelmediği durumlarda onlardan bağımsız hareket etme iradesi göstermesi de Türkiye’ye karşı ekonomik ve sosyal bir savaşın açılmasına sebep oldu.

 

 

Türkiye bir yandan bir NATO ülkesi olarak Atlantik ittifakı içinde ‘Eski Türkiye’ olarak tutulmaya çalışılırken bir yandan da gerek ülke içi gerek ülke dışı girişimlerle bu kendisine biçilen rolü zorlayan bir tutum sergiledi. Bu politika zaman zaman ‘bir adım ileri iki adım geri’ tarzında paradoksal bir durumun oluşmasına da neden oldu ama emperyalistlerin Türkiye’ye tahammül etmelerinin en temel sebebi, ülkeyi ‘hala kaybedilmiş olarak görmemeleri’ nedeniyledir. Ülkede gerek halk nezdinde gerek STK, üniversiteler, sanat camiası, ekonomi dünyası ve basın-yayın camiasında ve tabi ki siyaset dünyasında ülkeyi ABD ve müttefiklerinin dümen suyunda götürmeye razı hatırı sayılır bir kemmiyetin varlığı, Türkiye ile ilgili hesap yapanların adım atarken dikkate aldıkları ve ona göre tutum geliştirdikleri bir toplumsal gerçeklik.

 

 

Bu karmaşık, at izinin it izine karıştığı, 2.Dünya Savaşı ile birlikte oluşturulan uluslararası dengenin sarsıldığı ve yeni bir dengenin oluşturulması için tarafların yoğun faaliyet halinde olduğu konjonktürde Kürt sorunu, İslam dünyasını bölen ve Emperyalizme müdahale için uygun zemin oluşturan bir siyasi-kültürel ve insani meseledir ve Türkiye eğer bu kendisine giydirilen gömleği kıracaksa bu soruna kalıcı, adil bir çözüm geliştirmek zorundadır.

 

 

Eğer PKK’nin silah bırakmış ve kendini feshetmiş olması doğru değerlendirilip bu istikamette Türkiye; anayasası, yasaları ve yönetmelikleri ile tam bir dönüşüm sürecine girerse bu içinde bulunduğumuz yüzyılda hem Türkiye hem de İslam ümmeti için çok doğru bir adım olacaktır.

 

 

Burada PKK’nin de ne kadar samimi olduğu ve dışardan yönlendirme ve istismara karşı ne derece dik durabileceğine de süreç boyunca bakmak gerekecek. Örgütün kongre sonrası açıklamasında geçen şu ifadeler ucu açık ve gerçek niyetin ne olduğunu sorgulatacak anlamlar taşıyor:

 

 

Halkımızın kadınlar ve gençler öncülüğünde, yaşamın her alanında öz örgütlerini oluşturması, dilleri, kimlikleri ve kültürleriyle kendine yeterli olma temelinde örgütlenmesi, saldırılar karşısında kendini savunur hale gelmesi ve seferberlik ruhuyla komünal demokratik toplumu inşa etmesi hayati önemdedir.”

 

 

Eskimiş ve artık sosyal/siyasal olarak tarihin çöplüğüne atılmış Marksist jargona atıfla ‘komünal demokratik toplum’ özlemi dile getirilirken kurulacak örgütlenmelerin gerektiğinde ‘kendini savunur hale gelmesi’ vurgusu ister istemez “bu örgütlerin bir silahlı gücü mü olacak” sorusunu akla getiriyor ki bu söz konusu kongre ve alınan kararların ruhuna aykırı bir ifade. Umarız bu ifade kendi kitlelerini tatmin için dile getirmek zorunda hissettikleri bir vurgu olsun aksi takdirde istismara ve yeni kör dövüşlere zemin hazırlayacak bir alan olma riski yüksek.

 

 

EMPERYALİSTLERİN TÜRKİYE’NİN YENİ KÜRT AÇILIMINA TEPKİSİ

 

 

Emperyalistler bu süreçte sessiz ve konuya nötr görünüyorlar. Normalde bu tür bir gelişme onların isteyecekleri türden bir şey olamaz.

 

 

Bu sessizlik acaba bir veya birtakım tavizler pahasına mı elde edildi?

 

 

Eğer böyle bir taviz varsa ve bu taviz, Türkiye’nin Suriye’de SDG’yi terör örgütü olarak tanımlamaktan vazgeçmesi ve Suriye içinde özerk bir yapı olarak kalması ise bu zaten bize göre de Kürt sorununun nihai çözümü için olması gereken bir şey ve bunu da açılım sürecinin bir ileri adımı gibi görmek mümkün.

 

Suriye’nin başta İsrail olmak üzere tüm ağzından salyalar akan vahşi saldırganlara karşı bir ve bütün olarak kalabilmesi kendi içindeki farklı etnik ve dini kimliklere İslam’ın da uygun gördüğü hakkaniyetli bir çözüm geliştirebilmesine bağlıdır. İsrail’in başta Dürziler ve Nusayriler olmak üzere Kürtler de dahil olmak üzere güya soyunduğu sözüm ona ‘koruyucu’ rolünü deşifre edip gerçek niyetini ortaya çıkarmak ve ülke içindeki fitne-fesadı bitirmek için adil bir yönetim tesis etmek hem Suriye için hem de bölgemiz için vazgeçilemez bir gerekliliktir.

 

 

Eğer bu taviz, Türkiye’yi bölgede İran’a karşı bir konuma getirme veya ABD/İsrail’in olası İran’a askeri bir müdahalesinde tepkisiz kalmasını sağlama veya Suriye’nin güneyinde İsrail’in tampon bir bölge oluşturmasına rıza göstermesi ise, Türkiye buna asla ve kat’a boyun eğmemelidir. Tayyip Erdoğan ve yönetiminin İslam dünyasını daha da paralayacak ve halihazırda yaşanagelen mezalimi kat kat tüm bölgeye yayacak böyle bir kirli ve gizli ittifaka girmeyeceğine inanıyoruz.

 

 

Netice itibarıyla Kürtler de kardeş ve komşu halklar Türkler, Araplar ve Farslar gibi dil, kültür ve gelenek olarak sosyal haklara ve Kürt kimliğinin anayasa-yasalar ve yönetmeliklerde güvence altına alınması ile de siyasal ve hukuki tüm haklara sahip olmalı ve bu mesele Ortadoğu’nun gündeminden çıkmalıdır.

 

 

Çözümün gereği neyse ondan kaçınılmamalı, imparatorluk bakiyesi bir ülke olmanın gereği ve güveni ile hareket edilmeli, verilen-tanınan hakların bizi zayıflatmayacağı bilakis daha da güçlendireceğinin bilincinde olunmalıdır.

 

 

Bu çözümün şekli, adı, biçimi, tarzı önemli değildir. Üniter bir yapı içinde eşit vatandaşlık, çoklu resmi diller, bölgesel resmi diller, eyalet sistemi, coğrafi özerklik veya ilerleyen süreçlerde belki Suriye-Ürdün-Lübnan ve Özgür Filistin’in de katılımıyla büyük bir federe devlet olmak gibi tüm alternatiflere açık olunmalıdır.

 

Önemli olan tarz, şekil veya ifadeler değil özde çözme iradesi ve samimiyettir. Siz güçlü olursanız bırakın bölünmeyi başkalarının size ilhak olma taleplerine bile yetişemezsiniz. Güçsüz, zayıf ve kararsız olursanız, küçük düşünürseniz kendi nüfusunuzu, kendi gençlerinizi bile koruyamaz ve ‘gelişmiş-güçlü ülkelere’ insanlarınızın göçünü, insanlarınızın oralara ruhen ve fikren bağlılığını, özlem ve hayranlığını önleyemezsiniz.

 

 

MÜLK KÜFR İLE ÂBAD OLUR, ZULM İLE ÂBAD OLMAZ. MÜLKÜN TEMİNATI ADALETTİR. ADİL OLURSANIZ BÜYÜK, GÜÇLÜ, KENDİNE GÜVENEN VE İNSANLARIN İLGİSİNE MAZHAR BİR YAPI OLURSUNUZ AMA ZALİM OLURSANIZ GÜÇLÜ DE OLSANIZ BİR ŞEKİLDE YIKILIR GİDERSİNİZ.

 

 

 

Özet
:
Naci HANPOLAT yazdı: Dün açıklanan PKK 12.Kongresinin aldığı kararlar ve bu karara dayanak olarak sunduğu argümanlar ile Bahçeli’nin bu karara binaen yayınladığı açıklamasındaki kimi ifadeler tarafların bu aşamaya gelmeye neden ihtiyaç duyduklarına dair temel bazı noktalarda mutabık oldukları ve tarihin aynı tarafında durmayı önemsediklerini gösteriyor.
Resim
Türkçe
X