Türkiye Suriye’de Nerede Yanlış Yapıyor?
Türkiye Suriye’de Nerede Yanlış Yapıyor?
SDG, İsrail, Kürt Meselesi ve Gerçekçi Bir Çözüm Arayışı
Suriye iç savaşı on yılı aşkın bir süredir yalnızca ülke sınırlarını değil, bölgesel dengeleri de köklü biçimde sarsmış durumda. Bu süreçte Türkiye’nin güvenlik, dış politika ve iç barış açısından en kritik başlıklardan biri, Suriye’deki Kürt meselesi ve özellikle SDG (Suriye Demokratik Güçleri) gerçeğidir. Bugün gelinen noktada, Türkiye’nin nerede yanlış yaptığı ve nasıl bir yol izlemesi gerektiği artık ertelenemez biçimde tartışılmak zorundadır.
İsrail’in Suriye Stratejisi ve SDG Gerçeği
Öncelikle bazı temel verileri kabul etmek gerekir. SDG’nin İsrail’le çeşitli düzeylerde ilişki ve iş birliği arayışında olduğu artık gizli değildir. Aynı şekilde İsrail’in Suriye’de istikrarlı, güçlü ve merkezi bir devlet yapısı istemediği; ülkenin etnik ve mezhepsel fay hatları üzerinden parçalı bir yapı arzuladığı bölgesel politikalarından açıkça okunabiliyor. Hakeza bu durum, Başbakanından Bakanlarına, ordu yetkililerinden akademisyenlerine kadar en yetkili ağızlar tarafından da açık açık dile getirilmektedir.
İsrail’in Kürtler, Dürziler ve Nusayriler üzerinden hem Suriye merkezi yönetimini hem de Türkiye’yi baskılamayı, tarafları kışkırtmayı ve bir iç savaş çıkartıp Türkiye’yi sahaya girmek zorunda bırakmayı hedeflediğine dair tereddüt yok. Buna ilaveten İsrail, Güney Suriye’de daha önce işgal ettiği topraklara ilave olarak Şam’ın 15 Km. yakınlarına kadar hatırı sayılır bir bölgeyi de fiilen işgal etmiş durumdadır. Bu çerçevede İsrail açısından SDG, “uzlaşılabilir ve yönetilebilir” bir müttefik olarak görülmektedir.
SDG’nin İdeolojik Arka Planı
SDG cephesinden bakıldığında ise tablo belirgin bir ideolojik arka planla şekillenmektedir. PKK ideolojisiyle yoğrulmuş olan SDG, üstyapı itibarıyla Stalinist bir dil kullansa da özünde pozitivist ve materyalist bir dünya görüşüne sahiptir.
Bu nedenle bölgede ortaya çıkabilecek güçlü bir İslami yapılanma, SDG’nin varoluş gerekçesiyle doğrudan çelişmektedir. Bu durum, SDG’yi ABD ve İsrail’le laiklik eksenli bir siyasal düzen tahayyülü üzerinden yakınlaştırmaktadır. Onlar açısından mesele yalnızca güvenlik değil, Suriye’de kurulacak yapının laik bir çerçevede inşa edilmesidir.
Laiklik ve Tarihsel Bagaj
Bugünkü Türkiye, laiklik bağlamında SDG ve benzeri seküler yapıların kendilerini dayandırabilecekleri bir pozitivist zemin sunmuyor. Türkiye ile Kürt meselesinde bir çözüm üzerinde mutabakat sağlanabilseydi İsrail’le olduğu gibi laiklik temelinde Türkiye ile de bir uzlaşı mümkün olabilirdi. Zaten böyle bir Türkiye’nin İsrail’le de ciddi bir sorunu olmazdı.
Eski Türkiye’de, yani daha katı laiklik anlayışının hâkim olduğu eskinin Türkiye’sinde CHP, Kürt meselesindeki tarihsel bagajını aşabilmiş olsaydı, SDG ve benzeri yapılar açısından daha “tercih edilir” bir ortak olarak görülürdü. Nitekim bunun yansımalarını Selahattin Demirtaş yönetimindeki o günkü adıyla HDP’nin Kürt Sorunu söz konusu olduğunda birçok açıdan Ak Parti’den daha geride duran CHP’li Cumhurbaşkanı ve Belediye Başkanlarını desteklemesinde çok net gördük.
Ancak laikliğin çoğulculukla değil, Kürt kimliğini bastıran otoriter bir ulus-devlet projesiyle birlikte yürütülmesi, bu ihtimali ortadan kaldırmıştır.
Türkiye’nin Temel Tercihi
Bu çerçevede Türkiye’de yeniden gündeme gelen çözüm ve açılım arayışları, temkinli de olsa bir umut üretmektedir. Ancak bu sürecin ne kadar samimi, derinlikli ve hakkaniyetli olacağı hâlâ belirsizdir. Süreci sabote etmeye çalışan aktörlerin kamuoyuna yansıyan provokatif söylem ve eylemleri bu belirsizliği daha da artırmaktadır.
Özellikle futbol fanatizmi üzerinden üretilmeye çalışılan Kürt düşmanlığı ve kamuoyunda saygınlığı ile bilinen Leyla Zana’ya yönelik küfre varan tacizler masum lümpen tepkiler değil bilakis örgütlü, provokatif etkisi büyük ve toplumsal çatışma yaratmayı amaçlayan çok önemli girişimler olarak takip edilmelidir.
Türkiye’nin burada net bir tercihle yüzleşmesi gerekir. Eğer amaç, Kürtlerin Araplarla, Türklerle ve diğer halklarla eşit yurttaşlık temelinde, ortak düşmana karşı birlikte hareket edebileceği bir siyasal zemin oluşturmaksa; Kürtlerin anayasal ve yasal haklarının tanınması konusunda tereddüt gösterilmemelidir. Gerek Türkiye’de gerek Suriye’de, İslam’ın temel ilkeleriyle de uyumlu biçimde, farklı dilleri, kültürleri ve etnik kimlikleri eşit kabul eden bir anayasal yaklaşım benimsenmelidir.
Yeni yapılanma sürecinde olan Suriye’de âdem-i merkeziyetçilik, bölgesel yönetimler, ikinci resmî dil uygulamaları, yerel parlamentolar ve bölgesel asayiş mekanizmaları mutlak bir tehdit olarak görülmemelidir. Sağlam bir merkezi yapı ile uyumlu biçimde tasarlandığında bu unsurlar bölücü değil, birleştirici bir rol üstlenebilir. Asıl mesele, merkez ile yerel arasında güvene dayalı bir ilişki kurabilmektir.
Haklar örgütsel yapılara (PKK veya SDG’ye) Endekslenmemelidir
SDG’nin İsrail ve ABD ile kurduğu ilişkiler üzerinden laiklik, pozitivizm, toplumsal cinsiyet ideolojileri, LGBT politikaları ve benzeri Batı menşeli sosyal mühendislik projelerini bölgeye dayatması ciddi bir sorundur ve bu politikalarla mücadele edilmelidir. Ancak bu mücadele yürütülürken Kürt meselesi, Kürtlerin hakları ve meşru talepleri SDG’ye endekslenmemelidir. Eğer SDG ile yapılamıyorsa, bu adımlar başka Kürt aktörleriyle atılmalıdır. Kürt halkının hakları, herhangi bir örgütün tutumuna bağlı bir pazarlık unsuru hâline getirilmemelidir.
Türkiye ve SDG’nin Önündeki İki Yol
Gelinen noktada hem Türkiye’nin ve Suriye yönetiminin hem de SDG’nin önünde iki temel tercih bulunmaktadır. Bunlardan hangisinin seçileceği, yalnızca bugünü değil, bölgenin geleceğini de belirleyecektir.
Türkiye açısından doğru tercih, Kürt meselesini güvenlikçi reflekslerden ve eski rejimin mirası olan tekçi milliyetçilikten kopararak ele almaktır. Türkiye, Kürtlerle ilgili hakları İslami, insani ve uluslararası hukuk boyutlarıyla birlikte değerlendirerek, anayasal ve yasal düzlemde bu hakları tereddütsüz tanımalıdır.
Türkiye bu noktada tereddüt gösterdiği her an, SDG ve benzeri yapıların “İsrail’le ve diğer küresel aktörlerle ilişki kurmak zorunda kalıyoruz” söylemini fiilen meşrulaştırmış olur.
Daha da önemlisi, bu durumda başka muhalif Kürt grupları dahi Türkiye’ye karşı İsrail ya da başka yabancı güçlerle ilişki kuran Kürtlere güçlü bir ahlaki itiraz geliştirmekte zorlanacaktır.
Çünkü kendini ulusal bir yapı olarak konumlandıran bir güç, kendi meşru haklarını elde edebileceği adil bir zemin bulamazsa, varlığını korumak için alternatif güç merkezleriyle ilişki kurmayı kaçınılmaz bir seçenek olarak görebilir. Bu ideal bir durum değildir; ancak siyasetin ve uluslararası ilişkilerin sert gerçekliği budur.
Bu nedenle Türkiye, bir imparatorluk bakiyesi ülke olmanın gerektirdiği tarihsel ve siyasal olgunlukla hareket etmelidir. Tekçi ulus-devlet reflekslerinden sıyrılmalı, çoğulculuğu bir zafiyet değil güç kaynağı olarak görmelidir. Kürtlerle kurulacak adil ve kapsayıcı bir ortaklık, Türkiye’yi zayıflatmayacak; aksine hem içeride hem bölgede elini güçlendirecektir.
İkinci tercih ise SDG açısından belirleyicidir. Eğer SDG gerçekten Kürtlerin Suriye’de ve bölgede eşit birer toplum olarak Araplar, Türkmenler, Nusayriler ve diğer halklarla birlikte yaşamasını önemsiyorsa; taleplerini bu çerçevede formüle etmeli ve muhataplarından da bu doğrultuda beklentiler içinde olmalıdır. Bu talepler, Kürtlerin dil, kimlik, yerel yönetim ve siyasal temsil haklarını kapsamalıdır. Ancak Kürtlerle doğrudan ilgisi olmayan; laiklik dayatması, seküler yaşam tarzının zorunlu kılınması, toplumsal cinsiyet ideolojileri, “kadın ordusu” gibi sembolik militarizasyonlar ya da eğitim ve devlet yapılanmasında halktan kopuk parti devleti öykünmeleri, Stalinist model dayatmaları kesinlikle meşru değildir.
Bu tür ideolojik dayatmalar üzerinden İsrail gibi bir aktörle ilişki kurmak ise, özellikle Gazze’de iki yıla yakın süredir tüm dünyanın gözleri önünde soykırım gerçekleştiren bir devletle ittifak arayışına girmek, tarihsel ve ahlaki açıdan affedilmesi güç bir hatadır. Böyle bir tutum, SDG’nin samimiyetini sorgulatır ve onu Kürtlerin haklı taleplerinin temsilcisi olmaktan uzaklaştırır.
Eğer SDG bu konuda samimi davranmaz, Kürtlerin meşru haklarını İsrail’le ve küresel güçlerle pazarlık konusu hâline getirirse; bu durumda Kürtlerin haklarını savunma iddiasıyla başka aktörlerin öne çıkması kaçınılmaz olacaktır.
Kürt meselesi, herhangi bir örgütün tekelinde değildir ve olmamalıdır.
Sonuç
Sonuç olarak tablo nettir. Türkiye ile Suriye de SDG de tarihsel bir eşiktedir. Bugün gösterilecek basiret ve adalet duygusu, yarın yaşanabilecek çok daha ağır bedellerin önüne geçebilir. Aksi hâlde, bugünün hataları hem bölge halklarına hem de devletlere ileride telafisi mümkün olmayan maliyetler yükleyecektir.
Bu nedenle taraflar, ideolojik inatları ve kısa vadeli hesapları bir kenara bırakarak, bu kritik dönemde tarihsel sorumluluklarını yerine getirmek zorundadır.
Özellikle en büyük sorumluluk, bölgenin tamamında yüzyıllar boyunca hüküm sürmüş bir imparatorluğun bakiyesi olan Türkiye’dedir.
Bu mesele gerek ülkesel gerekse de bölgesel temelde güvenlik değil, bir adalet meselesidir.
