Elbette. Aşağıda makalenin akıcı, anlam bütünlüğü korunmuş ve Türkçe basın/analiz diliyle yapılmış çevirisi yer alıyor. Başlıklar ve akış aslına sadık tutulmuştur.
Suriye, Türkiye ile İsrail Arasında Bir Çatışma Alanına Nasıl Dönüşebilir?
Türkiye’nin Ankara’ya yakın, merkezi ve güçlü bir Suriye hedefi; İsrail’in zayıf ve parçalı bir devlet tercihine doğrudan karşı çıkıyor
Beşar Esad hükümetinin yaklaşık bir yıl önce çökmesinden bu yana Suriye, Türkiye ile İsrail arasında giderek daha keskin bir mücadele alanına dönüşmüş durumda.
Ankara ile Tel Aviv’in Suriye’ye yönelik stratejik vizyonları temelden uzlaşmaz nitelikte. Türkiye, Ankara’ya yakın bir merkezi otorite tarafından yönetilen, toprak bütünlüğü korunmuş, birleşik bir Suriye hedefliyor.
İsrail ise bunun tam tersine, güç projeksiyonu yapamayan ve dış müdahalelere karşı koyamayacak kadar zayıf ve parçalanmış bir Suriye’den yana.
İran’ın büyük ölçüde sahneden çekilmesiyle birlikte Türkiye, savaşla harap olmuş ülkede İsrail’in yayılmacı ve istikrarsızlaştırıcı hamlelerine karşı başlıca denge unsuru olarak öne çıkmış durumda.
Şam yönetimi ile Suriye Demokratik Güçleri (SDG) arasında, YPG’nin ağırlıkta olduğu yapının Suriye devletine entegre edilmesini öngören 10 Mart anlaşmasının üzerinden yaklaşık on ay geçmesine rağmen süreç tıkanmış bulunuyor.
Bu durgunluk, özellikle İsrail’in SDG/YPG ile kurduğu bağların, Türkiye’nin kuzeydoğu Suriye’deki ABD destekli bu gruba yönelik tehdit algısını derinleştirmesi nedeniyle Ankara’nın endişelerini artırıyor.
SDG ve Devlet Otoritesinin Sınırları
10 Mart anlaşması, SDG/YPG’nin 2025 sonuna kadar Suriye Silahlı Kuvvetleri’ne entegre edilmesini amaçlıyordu. Ancak entegrasyonun nasıl gerçekleşeceği konusundaki anlaşmazlıklar nedeniyle ilerleme sağlanamadı.
Tıkanmanın merkezinde temel bir görüş ayrılığı bulunuyor: ABD destekli güç, mevcut tabur yapısını ve belli ölçüde özerkliğini korumak isterken; Şam yönetimi SDG mensuplarının bireysel olarak ulusal orduya katılmasını talep ediyor.
İç savaş sırasında eşi benzeri görülmemiş bir özerklik elde eden SDG/YPG, 2012’den bu yana kullandığı yetkilerden vazgeçmeye son derece isteksiz. Kürt ağırlıklı bu yapı, aynı zamanda DEAŞ mensuplarının tutulduğu kilit cezaevi tesislerinin ve Suriye’nin hidrokarbon kaynaklarının önemli bir bölümünün kontrolünü elinde bulunduruyor. Bu stratejik unsurlar, grubun merkezi yönetime direncini daha da güçlendiriyor.
Şam ile SDG/YPG’nin, kapsamlı bir çatışmayı önleyecek bir uzlaşmaya varıp varamayacağı belirsizliğini koruyor. ABD, entegrasyon sürecini canlı tutmak amacıyla ek diyalog girişimlerini kolaylaştırmaya çalışıyor.
Sürecin 2026’ya uzatılması, taraflara “yüz kurtarıcı” bir çıkış yolu sunabilir ve daha derin bir ulusal bölünme riskini azaltabilir. Ancak 22 Aralık’ta Halep’te SDG/YPG ile Suriye hükümet güçleri arasında yaşanan çatışmalar, sürecin ne kadar kırılgan olduğunu ve karşılıklı güvensizliğin derinliğini gözler önüne serdi.
Bu sırada Türkiye’nin sabrı hızla tükeniyor. Ankara, entegrasyon konusunda somut ilerleme sağlanmaması hâlinde SDG/YPG’ye karşı yeni bir askerî harekâtın ihtimal dışı olmadığını açıkça ortaya koymuş durumda.
Ankara’nın mesajı net: SDG/YPG Suriye ordusuna entegre olmazsa Türkiye pasif kalmayacak.
Kuzeydoğu Suriye’de Tel Aviv’in Rolü
Halep’teki çatışmaların yaşandığı gün, Şam’da Suriyeli mevkidaşı Esad Hasan eş-Şeybani ile ortak basın toplantısı düzenleyen Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, SDG/YPG’nin “Şam yönetimiyle entegrasyon müzakerelerinde gerçek bir ilerleme niyeti taşımadığını” söyledi.
Fidan ayrıca grubun “bazı faaliyetlerini İsrail’le koordinasyon içinde yürüttüğünü” savunarak bunun entegrasyonun önündeki “en büyük engellerden biri” olduğunu belirtti. Fidan’ın Şam ziyareti, Türkiye’nin savunma bakanı ve istihbarat başkanının da heyette yer alması nedeniyle ayrıca dikkat çekiciydi.
Mevcut haberlere göre, Başbakan Binyamin Netanyahu hükümeti, Esad sonrası Suriye stratejisinin bir parçası olarak SDG/YPG ile dolaylı fakat anlamlı ilişkiler geliştirdi. Bu ilişkiler, Şam’daki görece yeni merkezi otoritenin güç konsolidasyonunu sınırlamaya yönelik bir araç olarak görülüyor.
Buna rağmen İsrail’in SDG/YPG ile ilişkileri, Tel Aviv’in güney Suriye’de desteklediği Dürzi gruplarla olan bağları kadar doğrudan değil. Coğrafya bu noktada belirleyici bir unsur.
Alman Uluslararası ve Güvenlik İşleri Enstitüsü’nden (SWP) Dr. Salim Çevik, The New Arab’a yaptığı açıklamada, “Dürziler İsrail’e yakın bölgelerde ve İsrail’in kendi etki alanı olarak gördüğü sahada yaşıyor. Kuzey Suriye ise bu bağlamdan oldukça uzak,” dedi.
Çevik’e göre SDG/YPG ile İsrail arasındaki ilişkiler, esas olarak ABD’nin Kürt ağırlıklı bu yapıya verdiği destek çerçevesinde değerlendirilmeli.
“İsrail’in, SDG’yi bir Türk askerî operasyonuna karşı koruyacağı ya da aktif biçimde savunacağı gerçekçi bir senaryo yok. Daha da önemlisi, SDG konusunda belirleyici dış aktör İsrail değil, Amerika Birleşik Devletleri’dir,” diyen Çevik, Washington’un SDG’yi kendi Suriye güvenlik mimarisinin bir parçası olarak gördüğünü vurguladı.
Ankara’nın Kırmızı Çizgileri ve Tırmanma Riski
Ankara, SDG/YPG’nin Suriye Silahlı Kuvvetleri’ne entegre olmaması hâlinde sessiz kalmayacağını açıkça ifade ediyor. Türkiye, YPG’yi PKK’nın bir uzantısı olarak görüyor ve ABD destekli bu grubu terör örgütü olarak tanımlıyor.
ABD ve Avrupa Birliği de PKK’yı terör örgütü olarak kabul etse de, bu tanımı YPG’ye genişletmiyor.
Türkiye, sınırlarında İsrail’le koordinasyon hâlinde olan PKK bağlantılı bir “proto-devlet” oluşumunu ciddi bir ulusal güvenlik tehdidi olarak görüyor ve böyle bir yapının kökleşmesine izin vermeyeceğini vurguluyor.
2016 Ağustos’undan bu yana Suriye’de gruba karşı birçok askerî operasyon düzenleyen Türkiye’nin, yakın zamanda yeni bir harekâta girişebileceği yönünde medya spekülasyonları artmış durumda.
ABD merkezli analist Dr. Ali Demirdas’a göre, “Türkiye’ye düşman Apo’cu bir Kürt devleti” fikri, birçok Türk milliyetçisi tarafından Türkiye’nin güneydoğusundan Nil’e uzanan bir **‘Büyük İsrail Projesi’**nin parçası olarak görülüyor. Netanyahu’nun YPG’ye verdiği açık destek, bu algıyı daha da güçlendirmiş durumda.
Esad’ın devrilmesi ve Şam’da Türkiye destekli bir hükümetin kurulmasının ardından, birçok Türk’e göre Türkiye fiilen Golan Tepeleri üzerinden İsrail ile komşu hâle geldi. Bu nedenle Türkiye ile İsrail’in bölgesel hâkimiyet mücadelesi, dolaylı ya da doğrudan çatışmalara yol açabilir.
Suudi Arabistan Sahneye Giriyor
Suudi Arabistan ve diğer Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) üyeleri, Esad sonrası Suriye’de yalnızca ekonomik yatırımcılar olarak değil, aynı zamanda Şam’ın siyasi ve diplomatik ortakları olarak giderek daha belirgin roller üstleniyor.
Riyad’ın Suriye dosyasında Türkiye-Katar ekseniyle yakınlaşmasıyla birlikte, Suudi Arabistan ve Türkiye, İsrail’in ülkeyi parçalama ve zayıflatma çabalarına karşı ortak bir duruş sergiliyor.
Paris Sciences Po’dan Dr. Karim Emile Bitar’a göre, “Türkiye, bölgede özellikle Suriye bağlamında yeni İsrail hegemonyasına karşı denge kurma kapasitesine ve belki de isteğine sahip tek bölgesel güç.”
Bitar, Suudi Arabistan ile BAE arasındaki Yemen ve Sudan gibi alanlardaki rekabete rağmen, Riyad ile Ankara’nın Suriye’nin birliği ve toprak bütünlüğünü koruma konusunda ortaklaştığını vurguluyor.
Suriye Mücadelesi Henüz Bitmedi
Esad’ın düşüşünden yaklaşık 13 ay sonra Suriye artık yalnızca iç savaştan çıkmaya çalışan bir ülke değil; rakip bölgesel vizyonların çatıştığı bir yeniden inşa sürecinin merkezinde bulunuyor.
Bu mücadelenin özünde, Cumhurbaşkanı Ahmed el-Şaraa hükümetinin gücü pekiştirmesi ile parçalanma arasında net bir tercih yatıyor. Türkiye; Suudi Arabistan, Katar ve diğer Körfez ülkeleriyle birlikte, egemenliğini tüm ülkeye yayabilen birleşik bir Suriye için diplomatik ve siyasi sermaye harcıyor.
İsrail ise Tel Aviv’in sınır tanımayan saldırganlığına ve bölgesel hegemonya arayışına meydan okuyamayacak kadar parçalanmış bir Suriye hedefliyor.
SDG/YPG’nin çözülemeyen statüsü, bu rekabetin en hassas baskı noktalarından biri hâline gelmiş durumda. Entegrasyon süreci tıkandıkça ve güvensizlik derinleştikçe, özellikle Ankara’nın sabrının tükenmesiyle birlikte yanlış hesaplama riski artıyor.
Washington her ne kadar İsrail’in SDG/YPG üzerindeki dolaylı etkisini sınırlasa da, Tel Aviv’in bu grupla ilişkileri Türkiye’nin tehdit algısını keskinleştiriyor ve Esad sonrası Suriye’de giderek daha doğrudan bir Türkiye–İsrail karşılaşması riskini artırıyor.
2026’ya doğru giderken, belirleyici unsurlardan biri Trump yönetiminin Türkiye ile İsrail arasındaki artan gerilimi nasıl yöneteceği olacak. Beyaz Saray’ın Türkiye ve Suriye ile yakın çalışma taahhüdüne sadık kalıp kalmayacağı ya da Netanyahu’ya “Büyük İsrail” ajandasını sürdürmesi için alan açıp açmayacağı, Suriye’nin birlik ve istikrar mı yoksa 1990’lar Yugoslavyası’nı andıran bir parçalanma mı yaşayacağını belirleyecek.
Giorgio Cafiero
Gulf State Analytics CEO’su
KAYNAK: https://www.newarab.com/